Altın Klasikler Dizisi’nden 1975
basımlı büyük roman. Hakkında hiçbir şey
duymamış olmak kitabın güzelliğini benim için daha da çok artırdı. Hayatımın
yoğun değişiklikler ve uğraşlar getiren
bir bölümünde olduğum için bu güzel kitabı bitirmem haftalar sürdü. Kitap Ergin
Altay’ın güzelim çevirisi ile şöyle başlıyor:
“Yüz binlerce insan avuç içi kadar
bir yere toplanıp, üst üste yaşadıkları toprak parçasını toprak parçasını
çirkinleştirmek için var güçleriyle çalışmış olsalar; üzerinde hiçbir şey
yetişmesin diye her yanına taş dikmiş, filizlenen her otu kökünden koparmış,
havayı taş kömürü, petrol yakarak ellerinden geldiğince kirletmiş, çevredeki
tüm ağaçları kesmiş, tüm hayvanları, kuşları uzaklaştırmış olsalar bile gene de
ilkbahar ilkbahardı; kentte bile Güneş pırıl pırıldı gökyüzünde.”
Evet, bu da Sefiller gibi
insanoğlunun yaptığı yanlışlara ışık tutan bir kitap. Benim gibi felsefeyi
ancak romanlara yedirilmiş şekilde tolere edebilen biri için düşünmeye yardımcı
bir kitap. Prens Nehlüdof, toplumdaki konumu gereği bazı davalarda jüri olması
için mahkemeye çağırılmaktadır. Bu seferki davada ise sanıklardan biri,
Nehlüdof’un seneler önceki aşk macerasından sonra avucuna para sıkıştırıp terk
ettiği Katerina Maslova’dır. Maslova artık bir “genel kadın”dır ve bir
müşterisini zehirleyerek öldürmekten suçlanmaktadır. Nehlüdof’daki değişim Maslova’yı bu yola
itenin kendisi olduğunu düşünmesiyle başlar. Oysa son birkaç yıldır düşünmeden,
mutlu mesut yaşamıştır:
“Kendine inanmaktan vazgeçip
başkalarına inanmaya başlamasının nedeni, kişinin kendine inanarak yaşamasının
son derece güç olmasıydı: Kendine inanarak yaşayabilmesi için kişinin bütün
soruları, küçük hazlar peşindeki yaşayan ‘ben’in istediği gibi değil, hatta
çoğunlukla onun istediğinin tam tersine çözümlemesi gerekir; öte yandan,
başkalarına inanırsa çözümleyeceği hiçbir şey yoktur, her şey çözümlenmiştir,
hem de yaşayan ‘ben’in istediği gibi. Dahası var, kendine inanarak yaşarken
çevresindeki insanların eleştirileriyle karşı karşıya kalıyordu hep,
başkalarına inanmaya başlayalıberi herkes övüyordu onu.”
Mahkemede geçen olaylar,
okuyucuya kimsenin adaleti sağlamak gibi bir gaye taşımadığını gösteriyor.
Jüri, alınan kararda “zehirlememiştir” dese de, “cinayetle ilişkisi yoktur”
demeyi unuttukları için neticede Sibirya’ya sürgün ediliyor Maslova. Suçsuz
olmak yetmiyor, şansı yaver gitmediği için mahkum ediliyor. Mahkumların cezaevi
kilisesinde yapılan ayinle ilgili de ilginç düşünceler var kitapta:
“Papazdan, müdürden tutun da
Maslova’ya kadar hiç kimse, papazın, tuhaf tuhaf sözcüklerle övdüğü, adını bir
çok kereler tekrarladığı İsa’nın burada yapılanları yasakladığını aklının
ucundan bile geçirmemişti. Böylesine anlamsız, saçma sapan duaları, öğretmen
papazların ekmekle şaraba yaptıkları bu çirkin okus-fokusu yasaklamakla
kalmamış, insanların başka insanlara öğretmen demelerini, tapınaklarda dua
etmelerini de kesinlikle yasaklamıştı.
Herkesin yalnız, bir başınayken dua etmesini buyurmuş; kendisinin
tapınakları yıkmak için geldiğini, tapınaklarda değil, gerçekte, ruhta dua
etmenin gerektiğini söyleyerek tapınakları da yasaklamıştır.”
Bunları okuyan kilise durur mu,
o da Diriliş romanını yasaklamıştır. Romanda Tolstoy’un bütün insanlığa sert
eleştirileri vardır aslında:
“Çalmaktaki becerikliliğiyle
övünen bir hırsız, rezilliğiyle övünen bir genel kadın, canavarlığıyla övünen
bir katil görünce şaşırıyoruz. Bu şaşkınlığımızın tek nedeni, bu insanların
kendilerine özgü bir çevreleri olması, en önemlisi de, bizim onların bu çevresinin
dışında bulunmamızdır. Zenginlikleriyle, yani soygunculukla övünen zenginler;
tutkularıyla, yani başkalarını öldürmekle övünen komutanlar; güçleriyle, yani
güçsüzleri ezmekle övünen hükümdarlar da aynı şeyi yapmıyorlar mı aslında? Bu
insanların, durumlarını haklı göstermek için benimsedikleri dünya görüşünü,
iyilikle kötülük üzerine düşüncelerini çirkin görmememizin tek nedeni, böyle
kötü düşünen insanların çoğunlukta olmaları, bizim de onlardan olmamızdır.”
Din suçlularıyla ilgilenen
Toporof üzerinden, batıl inançları da irdelemiştir Tolstoy:
“Koruduğu din onun için, bir
tavukçu için tavuklarını beslediği solucan neydiyse oydu. Ölmüş solucan pisti,
iğrençti, ama tavuklar seviyorlardı onu, yiyorlardı, öyleyse vermek gerekirdi
onlara solucan (…) Böyle düşünüyordu Toporof, halkın batıl inancı sevdiğini
sanıyordu. Oysa halkın batıl inancı sevmesinin suçu Toporof’un, onun gibi
aydınlığa kavuşmuş, ama ellerindeki ışığı, bilgisizliğin karanlığından
kurtulmaya çalışan halka yardım için değil, onu bu karanlığa iyice gömmek için
kullanan insanlardı.”
Nehlüdof hatasını düzeltmek için
Maslova’yla hapishanede görüştükçe, ondan yardım isteyen birçok mahkumla
karşılaşır. Kimisinin kimliği yok diye aylardır içeride tutulduğunu görüp
şaşırır. Kimisinin annesi ile görüşebilmek, içeri kitap sokabilmek gibi
isteklerini yüksek çevreden tanıdıkları sayesinde yerine getirir. Bazen bu
yüksek çevreden “O mahkum kadınla evlenmek istiyormuşsun, bunca sıkıntına
değecek kadar güzel mi bari?” gibi
laflar duyar. Ama kitabın en güzel yanlarından biridir bu: Maslova artık ona
çekici gelmese de bu kararı almıştır Nehlüdof. Ona aşık olduğu için böyle bir
karar vermesi erdem gerektirmezdi zaten.
Nehlüdof’ta varolan kendine
inanma çabası Tolstoy’un çabasının bir yansımasıymış önsözden öğrendiğime göre.
Tolstoy köylülerin hayat şartlarını düzeltmeye çalışmış, köylüler bunu kuşkuyla
karşıladıklarından başarıya ulaşamamış. Nehlüdof da ne umutlarla köylülerine
toprak kiralayacak oluyor ama karşısında neşeli değil kuşkulu yüzler görüyor.
Kimine göre anarşiden başka bir şey ifade etmeyen şu sözleri ediyor köylüler
hakkında:
“ Halk, devletin onu soyduğunu
biliyor. Biz toprak sahiplerinin, çok eskiden soyup elinden herkesin ortak malı
olan toprağı aldığımızı, ondan çaldığımız bu topraktan, sobasını yakmak için
çalı çırpı toplarken yakalayınca da onu deliğe tıktığımızı, onu hırsız olduğuna
inandırmaya çalıştığımızı da biliyor.”
İnsan ölümüne karşı duyarlılığın
insanlık gereği olduğunu, “ölmüştür geçmiştir” demeninse insanlığa
sığmayacağını hatırlatıyor bir mahkumun ölümü üzerine:
“Bu insanın ruhsal yaşayıştan
nasıl yoksun bırakıldığı belliydi yüzünden; ellerinin, zincire vurulmuş ayaklarının
ince kemiklerinden, ölçülü, biçimli bedeninin her şeyinden onun bir zamanlar ne
denli güzel, güçlü, becerikli bir insan, itfaiye komutanının ayağı incitildi
diye öylesine kızdığı o kula attan ne denli üstün bir yaratık olduğu belliydi.
Oysa öldürmüşlerdi onu; bir insan olarak ölümüne kimse acımadığı gibi,
insanlığın boşu boşuna bir güç kaynağını yitirdiğine de üzülmüyordu kimse.
Ölümü herkeste, yakında kokacak bu cesedi ortadan kaldırmak zorunda olmanın
verdiği telaşın can sıkıntısından başka bir duygu uyandırmamıştı.”
İnsanları sevmenin önemini de:
“… belki gereklidir valiler,
müdürler, polisler, ama insanlara vergi en önemli duygudan, birbirine acıma,
birbirini sevme duygusundan yoksun insan görmek korkunç bir şey.”
“Günümüzde insanların,
hristiyanların, temiz ruhlu, iyi insanların, kendilerini suçlu hissetmeden
korkunç canavarlıklar yapabilmeleri için nasıl bir düzen olmalı? Bir tek çözüm
yolu olurdu bu sorunun: Şimdiki düzen. İnsanların vali, müdür, subay, polis
olmaları, yani önce, insanlara eşya gibi, kardeşçe bir sevgi duymadan
davranılmasına izin veren devlet hizmeti diye bir şeyin olduğuna inanan
insanların bulunması; sonra, devlet hizmetinde bulunan bu insanların,
yaptıklarının sorumluluğu belirli olarak birisinin üzerine düşmeyecek biçimde
örgütlenmeleri gerekir. Bugün gördüğüm canavarlıklar başka hiçbir koşul altında
olamaz. İnsanlara sevgisiz davranılabilecek durumların olduğunu sanıyorlar,
oysa yoktur böyle bir durum. Eşyalara karşı sevgisiz davranabilir insan: Ağacı
kesebilir, çamurdan tuğla yapabilir, acımadan dövebilir demiri, ama arılara
karşı dikkatsiz davranamayacağı gibi, insanlara karşı da sevgisiz davranamaz.
(…) insanlara karşı davranışlarının da ancak onları sevdiğin zaman bir yararı
olur, zararı dokunmaz.”
İşin kötüsü bu sevgisiz
bırakılmış insanlara, mahkumlara din adına verilen beylik öğütlerdir.
Nehlüdof’un cezaevini gezdirdiği bir İngiliz bir yandan İncil dağıtırken bir
yandan inciler döktürmektedir:
“- Söyleyin onlara, tam tersini
yapmalıdırlar bunun. Bir yanağına vurulursa ötekini uzatacaksın.”
Bunu söylerken yanağını uzatmıştı.
Nehlüdof Rusçaya çevirdi.
Bir ses duyuldu cezalılar
arasından:
- Kendi bir denese bunu bakalım.
Yatan hastalardan biri:
- Ya ötekine de yapıştırırsa
tokadı herifçioğlu? dedi, o zaman neyi uzatacaksın?
Neticede bu kitap bana
cezaevlerinin gerekliliğini değilse de, o gereklere ne kadar hizmet
edebildiğini sorgulattı:
“Suçlu saydığımız insanları birkaç
yüzyıldır öldürüyorsunuz. Bitirdiniz mi bari onları? Ne gezer, üstelik
çoğaldılar. Cezalarınızın iyice kötüleştirdiği suçlular doldurdu her yanı.”
Nehlüdof’la beraber çıktığım
yolculuğu mutlu bitirdim ben. Çünkü biliyordum ki, onun da eksiklikleri vardı;
bazı insanlara hala iğrenmeden
bakamıyordu. Ama Sibirya’ya giderken tanıdığı siyasi suçluların çoğunun sırf
ortalama üstü bir bilince sahip oldukları için ceza çektiklerini gördü. Onu
hala sevmesine rağmen, hayatını onunla birleştirerek ona zarar vermek istemeyen
Maslova’nın fedakarlığını gördü. Ve o geceden sonra “yepyeni
bir hayat başladı Nehlüdof için; eski koşulların yerini yenileri aldığı için
değil, o geceden sonra her şeyi eskisinden bambaşka gözlerle gördüğündendi bu
değişiklik.”
**** ilginç obje: pince-nez: Romandaki
karakterlerin mütemadiyen bir şeyler incelemede kullandığı kelebek gözlük.
“pinch” ve “nose” kelimelerinden geliyormuş Fransızca orijinali de.
Pince-nez'iyle Çehov. |