Altın Kalem
Klasikleri’nden 1971 yılında çıkmış iki ciltlik baskı bu. Nesrin Altınova’nın
güzel çevirisiyle. Hayatımda okuduğum en uzun roman. İki hafta boyunca içindeki
karakterlerle yaşamışım sanki, kitap biterken anladım.
Nasıl
anlatsam, nerden başlasam… En iyisi Victor Hugo nasıl başladıysa öyle başlamak:
“Yeryüzünde
kanunlar, gelenekler yoluyla, medeniyetin ortasında, suni olarak cehennemler
yaratan, Tanrı vergisi kaderi insan eliyle karıştıran bir toplum lanetlemesi
bulundukça; yüzyılımızın başlıca üç meselesi –erkeğin yoksulluk yüzünden
alçalması, kadının açlık yüzünden düşmesi, çocuğun okumamışlık yüzünden
kabiliyetlerinin mahvolması- halledilmedikçe; bazı bölgelerde toplumun
insanları boğması mümkün oldukça; başka deyimle, daha geniş bir açıdan,
yeryüzünde cehalet, sefalet bulundukça bu gibi kitaplar yararsız olmayacaktır.”
Çocukken okuduğum 50 sayfalık Sefiller’den aklımda
rahibin evinden gümüş şamdanları çalan bir hapishane kaçkını (Jean Valjean)
kalmış. Rahip, Digne piskoposu Bay Myriel. Daha Jean Valjean ortalarda yokken,
piskoposun iyilikseverliğini sayfalarca okuyorum. Victor Hugo’nun hiiiç acelesi
olmadığını iyice anlıyorum, kendimi ona göre ayarlamaya çalışıyorum.
Bay Myriel’in vaazlarında değindiği bir pencere
vergisi var. Wikipedia’ya göre 1926’ya kadar Fransa’da yürürlükte kalan kanuna
göre kapı ve pencerelerden vergi alınıyormuş. Bu yüzden pencerelerine duvar
örüyorlarmış. Piskopos şöyle diyor: “Heyhat!
Tanrı havayı insanlara bağışlar, kanun bunu onlara satar.”
Daha önce krallık karşıtı olduğu için yanına gitmediği
yaşlı bir adamı ölüm döşeğinde ziyaret
eder piskopos. Aralarında şöyle bir konuşma geçer:
- Krallık,
hatadan çıkan bir otoritedir; onu da, işte bu müstebit doğurmuştur; oysa bilim
kökü gerçekte olan bir otoritedir. İnsanı bilim yönetmelidir.
- Bir de
vicdan.
- O da
aynı şeydir. Vicdan, kendi içimizde kendiliğinden doğan bir miktar bilimdir.
Bu arada eski forsa Jean Valjean, Digne’ye geliyor.
Meyhanelerden kovulan Valjean’ı piskopos evine alıyor. Kendisine insan gibi
davranıldığını gören Valjean, mahkumiyet günlerinin vahşiliğiyle “Beni evinizde,
yanı başınızda yatırıyorsunuz demek! Adam öldürmediğimi ne biliyorsunuz?” diyor.
Piskopos sükunetle odasına gidiyor, uyuyor. Sahip
olmak için kendisine izin verdiği son lüks eşyası olan gümüş yemek takımlarını
Jean Valjean çalıp kaçıyor. Yakalanıp geri getiriliyor ama piskopos onları
hediye ettiğini söylüyor, “neden şamdanları almadın?” diyor. Aç yeğenleri için
ekmek çalınca, o ekmek yeğenlerinin kursağına girmeden, yıllarca küreğe mahkum
edilen forsa, şimdi yaptığı hırsızlığın affedildiğine inanamıyor. Ruhunu
şeytana satmanın tersine, meleğe satmış oluyor. O melek de hayatı boyunca
iyilik yapmasını söylüyor.
Bu arada Fantine adlı sırma saçlı, inci dişli bir işçi
kız Paris’te bir hukuk öğrencisinin sevgilisidir. Kır gezintileriyle geçen bir
günün akşamında bu öğrenci Fantin’e sürpriz yapar: “Yedik içtik, güldük
eğlendik, ailem beni memlekete çağırıyor” diye not bırakarak kayıplara karışır.
Fantine hamiledir, çocuğunu doğurur ama Paris’te uzun süre kalamaz. Memleketi
Montfermeil’e gidecektir, üç yaşındaki kızı Cosette’i bir kasabada,
Thénardier’lerin meyhanesine bırakır. Montfermeil’de çalışıp onun bakımı için
gönderecektir.
Jean Valjean ise Fantine’in geleceği bu şehirde kara
kehlibar ticaretini canlandırmış, bölgeyi kalkındırmış belediye başkanı
Madeleine Baba’dır artık. Fantine fabrikada çalışmaya başlar. Sürekli mektup
yazdığı gayrimeşru çocuğu ortaya çıkınca kapının önüne koyarlar. Para sızdıran
Thénardier’lerin uydurma masrafları için girilen sefaletin bin türlüsü:
Saçlarını satar, dişlerini söktürür satar, bedenini satar... Ve bir tesadüf
sonucu Madeleine Baba ona bilmeden yaptığı kötülüğü anladığında bir hastaneye
yerleştirilir. Durumu ağırdır, kızını yanına istemektedir.
Jean Valjean’ın polis memuru Javert’le başı derttedir.
Javert onun eski forsa olduğundan şüphelenir. Ne var ki, elma çalan başka biri
onun yerine yakalanır ve ne kadar inkar ederse etsin tüm deliller onu
göstermektedir. Javert hata yaptığı için kendinden utanır. Facebook
filozoflarının favorisi “İyi olmak
kolaydır, zor olan adil olmak.” sözünü Madeleine Baba’ya o söyler. “Siz benim sandığım kişi olsaydınız, size
karşı iyilikle davranmazdım ben.”
Belki şans Madeleine Baba’dan yana, ama vicdanı değil.
Elma hırsızının onun yerine küreğe mahkum edilecek olmasına dayanamaz ve yola
çıkar. Mahkemeye giderken atları yorulur, tekerlek bozulur bir sürü engel
çıkar. Hepimizin yapacağı gibi, vicdanının emrettiği şeyi yapmaya giderken
önüne çıkan engellere gizlice sevinir. Ne çare ki mahkemeye zamanında yetişir
ve kimliğini açıklar. Hastanede yatan
Fantine’in yanına döndüğünde kızını ona getireceğini söyler ama Javert gelip
yakasına yapışır. Kızını getirmek için ümitlerini bağladığı belediye başkanının
Javert’e sessizce itaat ettiğini görünce son nefesini verir.
Allah biliyor, bu kitabı okumak kolay olmadı. Ne güzel
gidiyorken Victor Hugo bir başlar Waterloo savaşından. Kitap tarih kitabı
olmaya doğru evrilir, karakterler ortadn silinir. Sahneye Wellington, Napoleon
ve diğerleri çıkar. Gerçek, kurgudan daha az ilgimi çekse de yazar, zamansız
tespitlerle yine şaşırtır. Daha çok tarih okuyan biri kitabın bu bölümlerinden
daha fazla yararlanabilirdi belki.
“Ancak ilkel milletlerde
bir zafer birdenbire kalkınmalar yaratır. Bu, bir fırtınayla kabaran sellerin
geçici gururu, kendini-beyenmişliğidir. Medeni milletler, hele içinde
bulunduğumuz çağda, bir komutanın iyi ya da kötü talihiyle ne yükselir, ne de
alçalır.”
“Her top atışı altı
franktan hesaplanırsa günde dokuzyüz bin frank, yılda üçyüz milyon duman olup gidiyor.
Bu sadece bir teferruat. Bu sırada fakirler açlıktan ölüyorlar.”
Waterloo Savaşı'nın olduğu yerdeki Arslanlı Tepe (Lion's Mound) |
Jean Valjean ticaretten kazandığı parayı alıp kaçıyor.
Montfermeil’de geceyarısı ormandan su almaya gönderilen Cosette’i buluyor ve
kovayı elinden alıyor. Onunla birlikte hana doğru yürüyor. Cosette’e kimse
Tanrı’ya dua etmeyi öğretmemiş ama o yine de içinde “umuda, neşeye benzeyen, göğe doğru yükselen bir şeyler”
duyuyor.
Handa sessizce otururken Cosette’in yaşamını görüyor
Jean Valjean. Üst baş perişan, durma dinlenme yok. Sürekli azarlanan, mümkün
olduğunca az yer kaplamak için masanın altına büzülen, hancının bebekleriyle
oynayan kızları Eponnine ve Azelma’ya bakıp biricik oyuncağını, kurşun kılıcını
kundaklayan bir çocuk. Valjean gidip kasaba panayırından kocaman bir bebek
getiriyor ona. Ertesi sabah Cosette’i memnuniyetle ona veriyorlar.
Cosette’in yeni hayatının ilk sahnesi: Yaşlıca bir
adam ve onun getirdiği yas elbiselerini giymiş küçük kız Paris’e doğru
yürüyorlar. Kızın elinde kocaman, pembe elbiseli bir bebek var.
Paris’te hayır işlerine yapıyor Valjean. Dikkat
çekmemek için elinden geleni yapsa da Javert yine peşine düşüyor. Gece
sokaklarda onu atlatmaya çalışıyor.
“Jean Valjean önemli bir
özelliğe sahipti denebilir, sanki iki ayrı torbası vardı: Birinin içine ermiş
düşüncelerini koyuyordu, ötekine de bir forsanın korkunç ustalıklarını; yerine
göre torbaların ya birini karıştırıyordu, ya ötekini.”
Forsanın torbasından çıkan duvara tırmanma ustalığı
onu bir ermişler yatağına düşürüyor. Burası kitabın en gerilimli, en meraklı
yerlerinden biri. Uzaktan güzel bir şarkı sesi geliyor, yerde haç şeklinde
yatan bir insan var, sonra bahçeden çıngırak sesleri geliyor. Jean Valjean anlam
veremiyor, ben “ne oluyor ya” diyorum. Meğerse burası bir manastırmış: şarkı
bir gece ayiniymiş, yerde yatan diğer insanların günahları için “düzeltme”
yapan bir rahibeymiş, ve çıngırak sesi de rahibeler sesini duysun da kaçışsın
diye çıngıraklı dizlik giyen bahçıvan Fauchelevent’ten geliyormuş. Manastırın
bir “bataklık” olduğu, 19. yüzyılda yeri ve insanlığa faydası olmadığı sonucuna
varan uzuun bilgiler veriyor Hugo.
Fauchelevent, Valjean’ın Madeleine Baba iken devrilen
bir arabanın altından çıkardığı bir yaşlı adam. Onu ve kızı sorgulamadan
yanında alıkoymaya razı, ama manastıra girebilmek için önce oradan çıkmak
gerekiyor. Valjean, ölen rahibe gizlice manastırın altına gömüldüğü için boş kalan bir tabutun içinde çıkıyor
manastırdan. Hesapta Fauchelevent’in ayyaş mezarcı arkadaşı sarhoş edilip
sızacak, o da tabutu açıp Valjean’ı çıkaracak. Ama mezarcı ölmüş,yerine başkası
gelmiştir. Gerilim tırmanmaktadır:
“Birdenbire başının
üzerinde, gökgürültüsü gibi bir gürültü işitti. Tabutun üzerine dökülen bir
kürek topraktı bu. İkinci bir kürek toprak daha döküldü. Soluk aldığı
deliklerden biri tıkandı.”
Fauchelevent bir hileyle mezarcıyı uzaklaştırıyor,
tabutu açıyor ve “Türk gibi güçlü” dediği Jean Valjean’ı kardeşi olarak
tanıtılıp bahçıvan yardımcısı oluyor.
Sahneye Marius dalıyor şimdi de. Babasıyla hiç
görüşememiş, dedesiyle yaşamış güzel bir çocuk. Sandığı gibi umursamayan değil,
iyiliği için onu görmekten feragat eden bir babası olduğunu ancak o ölüm
döşeğindeyken anlıyor. Kralcı büyükbabası babasının hatırasına saygı
göstermeyince sokaklara vuruyor kendini, sefil oluyor:
“Bütün bu zorluklarda
içindeki gizli bir gücün kendisini teşvik ettiğini, yükselttiğini hissediyordu.
Ruh bedene yardım eder, bazı zamanlar onu kaldırır; kafesine destek olan tek
kuştur.”
Marius, biraz da Victor Hugo’nun kendisini
anlatıyormuş. Onun yaşadığı gibi Hugo da sırasıyla kralcı, Napoléon’cu ve en
sonunda cumhuriyetçi olmuş. Marius’un ilginç bir özelliği de, babasının
vasiyeti sonucu Thénardier’i Waterloo’da babasının hayatını kurtaran adam
olarak bilmesi. Diğer bir yanılsamayı da manastırdan ayrılan Cosette hakkında
yaşıyor. Baba dediği, Ultime Fauchelevent adını alan Valjean’la parkta gezen
Cosette güzelleştikçe Marius’un ilgisini çekiyor. Zamanla aşık olduğu bu kızın
düşürdüğünü sandığı mendilde U.F. harflerini gören Marius, bunu öpüyor, kalbine
bastırıyor. Biz işin aslını bilmediğimiz sürece yanılsamalar gerçekmiş gibi
etki bırakabilir ya üzerimizde.
Kaçınılmaz olarak bir çok olay ve karakter yazıma
dahil olamıyor bile. Normaldir, Sefiller öyle bir derya ki en çok iz
bırakanlardan not aldıklarımı yazmak zorundayım. Valjean ve Cosette güzel bir
evde yaşıyorlar, Marius Cosette’in izini tekrar buluyor. Birbirlerine aşklarını
itiraf ettikten sonra bahçede mutlu gezintiler yaptıkları bir süre geçiyor ama
Valjean’ın geçmişle ilgili kuruntuları ve Eponnine’in Marius’a aşık olduğu için
bu kuruntuları körüklemesi yüzünden baba bir gün kızına yakında İngiltere’ye
gideceklerini söylüyor.
Marius’un devrimci arkadaşları cumhuriyet için
ayaklanıyorlar:
“Düşman sadırısı coğrafi
sınıra saldırdığı gibi istibdat da manevi sınıra saldırır. Müstebidi kovmak da,
İngiliz’i kovmak da toprakları geri almaktır.”
Cosette’in evini bomboş bulan Marius da ona haber vermeden giden sevgilisinin arkasından
ölme isteğiyle barikata gider. Barikatlar... Fransız devrimcisinin Fransız
askerine geçit vermemek için yolun ortasına diktiği anıtlar. Barikatta geçen
sahneleri anlatmam faydasız olur. Londra’da Sefiller’i izleme imkanı bulmuştum,
oradaki barikat dekoru geldi hep aklıma. Ama bu kez yazarın kendi cümleleriyle
resim tamamlandı.
Sefiller dünyanın en uzun süredir sahnelenmeye devam eden müzikaliymiş. |
Marius’un öleceğini söyleyerek Cosette’e gönderdiği mektubu Jean Valjean alır ve o da
barikata gider. Barikattaki tüm devrimciler ölür, Valjean esir tutulan
Javert’in canını bağışlar ve yaralanıp bayılan Marius’u lağımda sırtında taşır.
(Tabi yazar bana Paris lağımının tarihçesini anlattıktan sonra!) Tesadüf eseri
lağımın anahtarını elinde tutan Thénardier para karşılığı kapıyı açıp ölü
sandığı Marius’u ve Valjean’ı çıkarır.
Marius iyileşmesi için dedesine götürülür, Cosette onu
ziyarete gelir ve evlenirler. Ama Valjean’ın vicdanı yine rahat değildir. Eski
bir forsa olduğunu Marius’a söyler, malesef o da çareyi Cosette’i yavaş yavaş
Valjean’dan uzaklaştırmada bulur:
“Cosette, mavi gökte kendi
benzerini, aşığını, eşini, ulu erkeğini bulmuştu. Kanatlanıp biçim değiştirerek
uçarken yerde, arkasında, boş, iğrenç kozasını, Jean Valjean’ı bırakıyordu.”
Yazar ne kadar Cosette’i haklı çıkarmaya çalışsın, onu
suçlamamamı söylesin. Cosette tam bir nankör!
Valjean’ın eski forsa olduğunu daha bilmeden unuttu onu. Nasıl? İnsanın
alışılageldik nankörlüğü diyor Hugo...
Thénardier Marius’u bulup para sızdırma niyetindeyken,
yanlışlıkla Valjean’ı aklar. Onu lağımdan kurtarıp Cosette’e getirdiğini
öğrenir ve onu da alıp Valjean’ın evine gider. Onu ne kadar sevdiklerini,
yanlarında götüreceklerini söyledikleri adam az önce Cosette’in küçük matem
elbiselerini seyretmiş, piskoposun gümüş şamdanlarını yakmış ve az sonra
ölecektir. Elini öpen bu iki aşığa “mutlu öldüğünü” söyler. Victor Hugo’nun 14
yılda yazdığı bu klasik, Valjean’ın mezarında son bulur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder