Altın Kalem Klasikler
dizisinden. Basıldığı yılı bilemiyorum. “Batı’ya
açılan Osmanlı toplumunda, eski geleneklerle yeni görüşler arasında çelişkili,
acılı bir hayat süren kadınların yaşayışlarını, gönül bağlantılarını” konu alıyor. Okuduğum ilk Pierre Loti romanı
ve çok güzel, çok… İstanbul seyahatim sırasında okumak istiyordum, sonrasında
okuyabildim. Ama sınırlı bilgimle bile İstanbul’da tasvir edilen yerleri –Can
Kayabal’ın güzel çevirisiyle- gözümde canlandırmak
muhteşemdi. Pierre Loti’ye göre, 1900’lerin başında hızla batılılaşıyor ve
çirkinleşiyordu İstanbul.
“Minareler, kubbeler şehri, dönüşü
olmayan yaşlılığı içinde bile tek, ufku kuşatan muhteşem, eşsiz Marmara’nın
mavi çemberiyle, kibirle çizilmiş belde…”
|
Deniz subayı Pierre Loti ve çok sevdiği İstanbul. |
Romanın baş kahramanı ilk
bakışta Pierre Loti’nin bir yansımasıymış gibi duran yazar Andre Lhery. Hikayenin
başında Andre Fransa’da deniz kıyısında bir evde yaşamaktadır, fakat ikinci
vatanım dediği Türkiye’nin özlemini çekmektedir. Bu sırada güzel bir Fransızca
ile yazılmış, İstanbul’dan gelen bir mektup özlemini artırır.
Bu mektubu yazan İstanbul’da
zengin bir ailenin kızı Cenan’dır. 1900’lerin başında Cenan ve diğer seçkin
ailelerin kızları evlerinin her türlü konforuna mukabil sürekli Arap
haremağalarının gözetiminde yaşamaktadır. Pencereden bakarken kafeslerin
ardından etrafı seyreden gözleri, kır gezintilerinde de iki üç kat peçenin
arkasından bakmaya mahkumdur. Evde geçirilen günler Cenan’a ancak dil öğrenmek,
kitap okumak gibi eğlenceler vaat eder. Bu izole hayat kitapta iç acıtan
tasvirlerle belirtilir:
“Bazen kafesin delikleri arasından parmaklarını
dışarı çıkarttıkları da oluyordu; tıpkı mahkumların arada-sırada yaptıkları
gibi. İşte o zaman içlerinde çılgınca bir yolculuk, dünyayı tanıma isteği
uyanıyordu… ya da hiç olmazsa böyle güzel bir gecede çıkıp İstanbul
sokaklarında dolaşmak, hatta sadece pencerenin dibindeki şu mezarlığa kadar
uzanıvermek… Gelgelelim, bir Müslüman kadınının gece sokağa çıkmaya hakkı yoktu
ki…”
Okuduğu kitaplardan birinin
yazarına, Andre’ye mektup göndermeyi büyük bir suç olarak düşünse de, ona
ulaşmayı becerir. Ertesi gün evlenecektir Cenan, ve mutluluktan çok isyan
vardır içinde:
“Kendisine ait bu son gününde, ölüme gider gibi
hazırlanmak istiyordu. Kağıtlarını, binlerce küçük anısını sıralayacak, birkaç
saat sonra kocası olacak yabancının korkusu yüzünden yakacaktı; özellikle
yakacaktı bunları. Ruhunun acısına çare yoktu; korkusu da giderek artıyordu (…)
Bu defterleri de mi yakacaktı yani?... Yoo, buna cesareti yoktu işte! Bütün
genç kızlık çağı, onüç yaşında yazmaya başladığı günlüğüydü bu; ilk defa
çarşafa girdiği o uğursuz gün (çarşafa girdi derlerdi orada), yani ölünceye
kadar yüzünü dünyaya saklamaya başladığı gün, İstanbul’un sayısız kara
hayaletlerinden biri olduğu gün yazmaya başladığı günlüğü!”
Kızımız
gamsız kedersiz geçirdiği çocukluk yıllarını, sanki başka birinden bahseder
gibi Andre’ye hitaben yazar ve der ki:
“Fakat bu yaşantıdan ayrılması alnında yazılıymış;
çünkü düşünen bir yaratık haline dönüşmesi, kendi dönencesiyle sizinkinin bir
gün bir noktada buluşmaları gerekliymiş. Ah! Ruhların ancak raslaştığı, buna
rağmen, birbirlerini bir daha asla unutamadıkları bu karşılaşmaların yüce
nedenini bize kim söyleyecek acaba? Çünkü siz de beni bir daha asla
unutamayacaksınız, Andre…”
Cenan evlendirilir. Gelin hanım
o gün çarşaf giymeyeceği için evden arabaya kadar giden yola ipek çarşaflar
gererler ki yabancı erkeklerin bakışları üzerine değmesin. Kocasının konağına
gelindiğinde gelin tahtına çıkarılır ki “ender
görünen garip bir hayvan gibi” oturduğu yerde seyredilebilsin. Bu haremde,
kadın kadına bir eğlencedir, konukların giyimi Avrupaidir:
“Ünlü modacılarınızın en son kreasyonları –şu
budalalar gibi konuşmak gerekirse- öğretmenlerin birer Fransız, İsviçreli,
İngiliz, Alman kızı gibi yetiştirdikleri, adları yine Hatice, Şeref, Fatma ya
da Ayşe olan bu küçük insanların üzerinde. Yüzlerini hiçbir erkek görmedi
daha.”
Andre ise yirmi beş yıl önce
kaybettiği Necibe isimli Türk kızının etkisiyle yeniden Türkiye’ye gelmiştir.
Mezarlık bekçilerinin dikkatini çekmemek için fes takıp tesbih sallayan Andre,
sevdiği kadının mezarını yıpranmış halde görünce çok üzülür. Onun mezarını
onartıp başka Türklere emanet etmek ister. O sırada Cenan onunla buluşmak
istediğini yazar. Zeynep ve Melek adlı iki yeğeni ve halayıklarla beraber dışarı çıkacaklar ve yolda halayıkları
atlatacaklardır. Buluşurlar, tekinsiz bakışlardan korkarak, peçelerini açıp
gözlerini bile göstermeden ayaküstü sohbet ederler. O kadardır işte. Ama bu o
kadar değerlidir ki onlar için:
“… benliğimizin en iyi yönüne, ruhumuza ilgi
beslediniz; oysa, efendilerimiz şimdiye kadar bunu alabildiğine
savsaklamışlardı. Bir erkekle temiz bir dostluğun nasıl kurulabileceğini
gösterdiniz bize.”
“Avrupa’dan gelen romanlarda, hayatlarının sonuna
yaklaşan insanların, yitirdikleri hayalleri için, gözyaşı döktüklerini
okuyoruz. Hiç olmazsa onların bir hayalleri var; hiç olmazsa bir kerecik olsun,
yaşantılarında bir güzel hayalin peşinden gitmek zevkine ermişler! Bize
gelince, Andre, bize bu fırsatı asla tanımadılar. Bizim yaşlılık dönemimize
gelince, biz anılarımız için gözyaşı dökmek gibi iç karartıcı bir oyalanmaya
bile sahip olamayacağız… Ah, hele sizi tanıdıktan sonra bunu o kadar iyi
hissediyoruz ki!”
Cenan’ın kocası Hamdi Bey ne
aptal, ne çirkin, ne de yaşlıdır. Ama işte böyleyken bile onu sevmek zordur.
Cenan tam Adalar’a gidip onun özlemiyle geri dönerken Dürdane’yi Hamdi ile
bulur. Ne var ki, bu da o dönem için pek anormal sayılmayan bir şeydir.
Öyleyken Cenan padişahın yanına çıkıp evliliğinin bitmesi için irade ister.
İleriki buluşmalarda Andre’ye yüzlerini gösteren Zeynep ve Melek’in aksine
Cenan inatla ondan yüzünü esirgemektedir. Bir Ramazan günü herkesin uyumasını
fırsat bilen kızlar, haremin neye benzediğini göstermek için Andre’yi gizlice
konağa sokarlar. Burada geleneksel
oyunlarını, eski kıyafetleri içinde ona sergilerler. Cenan burada kuralı bozmuş
ve yüzünü Andre’ye göstermiştir. Bu ziyarette hazır bulunan kızların
öğretmenine kızlar hakkındaki memnuniyetini sorar ve şu cevabı alır Andre:
“Ne yazık ki çok memnunum!... Her şeyi çok çabuk
öğreniyorlar; çok da zeki çocuklar. Yarının kadınlarına çekecekleri acının
mikrobunu aşılamaya alet olduğum için aslında pişmanım.. Temiz yürekli
ablalarından çok daha erken solacak olan bu taptaze çiçeklere acıyorum…”
Andre ve Cenan arasında belli
belirsiz bir sevgi filizlenir ama ikisi de bir sürü zincirle oldukları yere
bağlıdır. Cenan’ın gözünde Andre hasbelkader dost olduğu ünlü bir yazardır,
Andre ise sürekli onun ancak kızı yerinde olabileceğini telkin eder kendine. Bu
sürüncemenin işlenişi o kadar gerçekçi ki… Yazılacak yeni bir roman hakkında
konuşurken kendilerine de belli belirsiz göndermeler yapıyorlar, ama sonlarının
ne olacağı belli olmuyor.
“Benim için ne olduğunuzu belki bir gün size
söylerim. Benim çektiğim acı, sizin gidişinizden çok, size rastladığım, sizi
tanıdığım içindir.”
“Günlerdir kendi kendime şöyle diyordum: Beni iyi
edecek ilaç nerede? İlaç geldi, iri iri açılan gözlerim ilacı kemiriverdi.
Zavallı parmaklarım ilacı tutuyor işte. Teşekkür ederim! Bana kendinden bir
sadaka verdiğin için teşekkür ederim, düşüncenden bir sadaka.”
Ve Andre’nin sefaretteki görev
süresi dolar. Fransa’ya dönecektir. Günleri azaldıkça huzursuzlanır, ama yine
de gidecektir.
“Onun gözleri de, benimkiler de toprak dolmadan
önce, kendisini görebileceğim son, gerçekten son fırsattı bu…” Genç kadına
hayatında bir daha rastlamayacağından böylesine emin olmak, yine de böyle
gitmek, bir kere daha görmeden gitmek… hayır! Doğrusu bunu beklemiyordu.
Öyleyken, yine de hayal kırıklığını, boğucu hüznünü tek kelime bile söylemeden
sineye çekti.
Cenan padişahın boşanmaya dair
iradesini geri çektiğini öğrenince ölmek ister. Her ne kadar kitapta “cehalet
mutluluktur” fikri sık sık işlense de, o bilmenin insan olmanın gereği olduğunu
savunur Andre’ye son mektubunda:
“Uyuyan ruhları uyandırmanın, uçmaya kalkışacak
olursa, kanatlarını kopartıvermenin bir cinayet olduğunu, kadınları eşyanın
edilgenliğine indirmenin alçaklığını anladınız mı?”
Ve maalesef geç kalmış itirafı
ile mektubunu bitirir:
“İnsan ölünce, her şeyi itiraf edebilir. Artık
yeryüzü kuralları benim için geçerli değil. Gideceğim şu sırada sizi sevdiğimi
ne diye itiraf etmeyecekmişim?”
Dram olacaksa böyle olsun!