İngiltere’de gittiğim dil okulunda, hocalardan
biri vermişti bu kitabı, ‘Umarım yazarın anlattığı kadar eğlenceli
olabilmişizdir’ notuyla. Döndükten bir süre sonra okudum. Eğlenceli tespitleri
var ama benim ilgi alanım hala 19. Yüzyıl olduğundan harika da diyemem. Tabi ki
bir Amerikalı olarak yazarın üzerinde durduğu şeyler benimkilerle her zaman
benzeşmedi. Yine de onun yaptığını ben de yapıp ülkeyi baştan başa gezmek
isterdim. Güzel bir nostalji oldu bu yüzden. Yapabildiğim ölçüde kendi
fotoğraflarımdan ve deneyim serpiştirerek, yazarın söylediklerini çevirerek
anlatacağım hikayesini.
* * * *
I liked its small scale and
cosy air, and the way everyone said ‘Good-morning,’ and ‘Hello,’ and ‘Dreadful
weather – but it might brighten up,’ to everyone else, and the sense that this
was just one more in a very long series of fundamentally cheerful,
well-ordered, pleasantly uneventful days.’
1973 yılında yazarın Calais’den Dover’a ilk
ayağını attığı andan başlıyor kitap. İlk dikkatini çeken insanların kibarlığı,
sürekli havalardan bahsetmeleri olur. Onların bu düzenli, neşeli ve olaysız
hayatına imrenir yazar. Bundan kırk yıl sonra gittiğim İngiltere’de benim de
dikkatimi her şey için ‘Cheers’ ve ‘Sorry’lerin sıklıkla kullanılması idi.
‘They boarded with patience
and without pushing, and said sorry when they bumped or inadvertently impinged
on someone else’s space. I admired this instinctive consideration for others,
and was struck by what a regular thing that is in Britain and how little it is
noticed.’
Yine İngiliz asilzadeliği övülüyor, değişik bir şey yok yani.
Metroda itişip kakışmıyorlar, çarpınca özür diliyorlar diyor. Bizlik bir şey
yok!
‘I sat for half an hour in
a pub before I realized that you had to fetch your own order, then tried the
same thing in a tea room and was told to sit down.’
Bu artık Türkiye’de de sıklıkla gerçekleşen bir
durum. Ama pub’ların self servis olayını genellediğimiz için biz de tea-room’da
ne yapmamız gerektiğine karar verememiştik. Bu tea-roomlar cicili bicili,
masanız çaydanlık, tabak ve bardaklarla donatıldığında size evcilik oynuyormuş
hissi veren yerler. Tabi ki benim için pek keyifliydi.
‘The tea-room lady called
me love. All the shop ladies called me love and most of the men called me mate.
I hadn’t been here twelve hours and already they loved me.’
Bu da başıma gelenlerden. Otobüse binince ‘love’
hatta ‘luv’ diye hitap edilince herkese söylenen bir şey olduğunu tahmin
edememiştim.
‘Everyone stirred friskily
to life, rubbing their hands and keenly saying, ‘Ooh, lovely.’ To this day, I
remain impressed by the ability of Britons of all ages and social backgrounds
to get genuinely excited by the prospect of a hot beverage.’
Bu sıcak içecek görünce sevinme mevzusu az buçuk
bizde de var fakat İngilizler bu konuda daha coşkun gerçekten.
‘ordering the full English
breakfast two days running and then leaving the fried tomato both times. ‘I see
you’ve left the fried tomato again,’ she said on the second occasion.
Ne kadar kibar olsalar da, kuralların çiğnenmesi
gibi konularda nemrut olabiliyorlar. Metroda sarı çizginin geçilmemesi gibi
konuların şakası yok mesela. Tabi bazı konularda bu ciddiyetleri hoşuma
gidiyor. Tiyatroya geç gelenlerin yerine yerleştirilmesi için sahnenin
bitmesinin beklenmesi gibi. English breakfast’a gelince, kahvaltıda kuru
fasülye beni aşan bir tercih. Çok sevdiğim kumpirde (jacket potato) bile iç
malzeme seçenekleri ton balığı ve kuru fasülyeydi. O yüzden beklentim sıfıra
yakın.
Bundan bahsediyorum: '(Bu not hariç) piyanonun üzerine hiç bir şey konulamaz.' Hayır, bu ciddiyet ne? Ne koydular da seni bu kadar kızdırdılar? |
‘the tireless, dogged optimism of their that allowed them to attach an upbeat turn of phrase to the direst inadequacies – ‘well, it makes a change’, ‘mustn’t grumble’, ‘you could do worse’, ‘it’s not much, but it’s cheap and cheerful’, ‘it was quite nice really’.
Kurs hocalarımdan biri bu konuya değinmişti.
Genellikle politically correct cümleler kurmaya alışmışlar sanki. ‘Şikayet
etmem doğru olmaz’, ‘Daha kötü olabilirdi’ gibi memnuniyetsizliğin aradan
fırlamaya çalıştığı ama baskılar yüzünden fırlayamadığı diplomatik bir üslup.
* * * *
‘… discovered, to my small
delight, that smoking was permitted in British cinemas and to hell with the
fire risks.’
İşte buna şaşırdım çünkü bana yangın konusunda
obsesifler gibi gelmişti. Nedeni de Büyük Londra Yangını imiş hatta. Beş aylık
kursta biri gece vakti yurtta, diğeri gündüz derste olmak üzere iki yangın tatbikatı
atlatmıştım ben. Meğerse vaktiyle sinemada sigara içmek serbestmiş bu
memlekette.
* * * *
‘The trouble with
English towns is that they are so indistinguishable one from another. They all
have a Boots and W.H. Smith and Marks & Spencer. You could be anywhere
really.’
Bath Crescent - Hilal şeklinde evler. |
‘… wandering ranks of
terraced houses and stuccoed semis that always look more or less identical from
a train, as if they’ve been squeezed out of a very large version of one of
those machines they use to make sausages. How, I always wonder, do all the
millions of occupants find their way back to the right boxes each night in such
a complex and anonymous sprawl?’
‘Do you know that in my
Yorkshire village alone there are more seventeenth-century buildings than in
the whole of North America?’
Amerika’ya gitmedim ama inanırım.
‘Where I recalled there being a row of elegant
Georgian terraces there was now a vast and unbecoming brick apartment block.’
Vaktiyle güzel bir sıra evin bulunduğu yerde şimdi
oraya hiç yakışmayan koca bir tuğla bina gördüm diyor. Bana göre hala çok
başarılı İngiltere bu konuda. Birçok şehirde açık hava müzesinde gezer gibi olurdum
ben. Çok hoştu birbirinin aynısı, düzenli evler.
‘On the map it looked to be
quite near by, practically in the town centre, but in reality it was a good 2
miles away at the far end of a bewildering wasteland of oil refineries.’
Haritaların azizliğine ben de çok uğradım,
yakındır yakındır deyip yürüdüğüm yerler sanayi bölgesi gibi muhitlerden
geçerdi.
* * * *
‘Victoria Station was
swarming with the usual complement of lost-looking tourists (…) Then, not only
were panhandlers something of a novelty but they always had a good story about
having lost their wallet and desperately needing two pounds to get to Maidstone
to donate bone marrow to their kid sister or something, but now they just
flatly ask for money, which is quicker but less interesting.’
Bunlar burada da türedi ya son zamanlarda, ilginç
bir hikaye ile girizgah yapıp sonra para isteyenler. İngiltere’de bir de
karizmatik dilenci olayı var. Kalabalık bir yerde dağınık saçlı,salaş giyimli
bir adam yanında güzel bir köpekle oturur, para istemez. Mp3 player’ını
dinleyerek etrafı seyreder. Önünde para atanlar için küçük bir kap vardır
yalnızca. Big Issue satan ısrarcı adamları da unutmamak lazım tabi.
Double-decker, ama Birmingham'da hizmet vereninden. |
And it has more congenial
small things – incidental civilities you might call them – than any other city
I know: cheery red pillar boxes, drivers who actually stop for you on
pedestrian crossings, lovely forgotten churches with wonderful names like St Andrew by the Wardrobe and St
Giles Cripplegate, sudden pockets of quiet like Lincoln’s Inn and Red Lion
Square, interesting statues of obscure Victorians in togas, pubs, black cabs,
double decker buses, helpful policemen, polite notices, people who will stop to
help you when you fall down or drop your shopping benches everywhere. What
other great city would trouble to put blue plaques on houses to let you know
what famous person once lived there or warn you to look left or right before
stepping off the kerb? I’ll tell you. None. Take away Heathrow Airport,
the weather and any building that Richard Seifert ever laid a bony finger to,
and it would be nearly perfect.’
Charles Dickens Buradaydı |
Sir William Herschel ve sevgili eşi burada yaşadı. |
Kırmızı telefon kulübeleri, yaya geçidinde siz
geçin diye gerçekten duran araçlar, küçük sessiz köşeler, publar, siyah
taksiler, iki katlı otobüsler, nazik uyarılar, nazik insanlar. Londra gerçekten
güzel.
‘… the London Underground Map. What a piece
of perfection it is, created in 1931 by a forgotten hero named Harry Beck, an
out-of-work draughtsman who realized that when you are under ground it doesn’t
matter where you are. Beck saw – and what an intuitive stroke this was – that
as long as the stations were presented in their right sequence with their
interchanges clearly delineated, he could freely distort scale, indeed abandon
it altogether. He gave his map the orderly precision of an electrical wiring
system, and in so doing created an entirely new, imaginary London that has very
little to do with the disorderly geography of the city above.’
Meşhur Londra metrosu haritasını Harry Beck adında
biri yapmış. Yerin altında aslında nerede olduğun önemli değil, önemli olan
durakların sırası gerçeği yansıtsın, diye düşünerek oluşturduğu bu harita metro
girişlerinde broşür olarak alınabiliyor. Bu haritayı sürekli olarak incelemek,
bazen durakları işaretlemek suretiyle tatil biterken yıpranmış olan bu haritayı
hatıra olarak yanıma almıştım.
‘There is something awfully exhilarating about
riding on the top of a double-decker (…) there is the frisson of excitement
that comes with careering round a corner or roundabout on the brink of
catastrophe.’
Havaalanından çıkınca bindiğimiz iki katlı
otobüsün ikinci katında, en önde giderken arkadaşlarımla sohbeti
sürdürebilmekte zorlanmıştım çünkü virajlarda bariz devrilecekmişiz gibi
hissediyordum J
* * * *
The big change is that you
can no longer go right up to the stones and scratch ‘I LOVE DENISE’ or whatever
in them, as you formerly were able. Now you are held back by a discreet rope a
considerable distance from the mighty henge. (…) Impressive as Stonehenge is,
there comes a moment somewhere about eleven minutes after your arrival when you
realize you’ve seen pretty well as much as you care to, and you spend another
forty minutes walking around the perimeter rope looking at it out of a
combination of politeness.
Yazara katılıyorum. Stonehenge’e ulaşım çok zordu,
kendilerini çok uzaktan görüp tavaf etmek zorunda kaldık ve on dakika sonra ‘hadi
gidelim’ moduna geçtik. Ama ne yapalım, taa lisedeki İngilizce kitaplarımızda
bile anlatılarak bilinçaltımıza işlemişti, bir kere gidip görmemiz lazımdı.
Bu tarzın Türkiye temsilcisi : Madame Coco |
I wonder if other people notice how much comparative pleasure there is in drinking in a pub called The Eagle and Child or Lamb and Flag rather than say, Joe’s Bar.
Pub kültürü hakkında çok bilgim yok ama isimleri
bana da çok eğlenceli gelmişti. Tilki ve Üzümler tadında isimleri vardı
kiminin, tabelasında da el yapımı güzel bir resim olurdu.
‘How is it possible in this
wondrous land where the relics of genius and enterprise confront you at every
step, where every realm of human possibility has been probed and challenged and
generally extended, where many of the very greatest accomplishments industry,
commerce and the arts find their seat, how is it possible in such a place that when
at length I returned to my hotel and switched on the television it was Cagney
and Lacey again?’
Kraliçe'nin tahta çıkışının 60. yılını kutlayan köylerden birinde Freddie Mercury :) |
* * * *
‘I don’t remember his name
now, but it was one of those names that only English people have – Colin
Crapspray or Bertram Pantyshield or something similarly improbable.’
‘except bank holidays when
you shouldn’t go anywhere at all. ‘Me, I don’t even walk to the corner shop on
bank holidays.’
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder