Elimdeki kitap Altın Kitaplar
Yayınevi’nden, 1970 basımı. Ergin Altay çevirmiş, bence daha güzel
çevrilemezdi. Tam metin çeviri için genellikle bu yayınevinin eski basımlarını
tercih ediyorum. Rus klasiklerinde “modern” kelimeler görmek hoşuma gitmiyor.
Uzun zamandır da Rus
klasiklerinden okumamıştım. Ama bu İnsancıklar… Sürekli 1. ağızdan anlatılan olaylar akıcılığı çok artırıyor, klasiklere başlayacak birine bunu öneririm mesela. Kitap bir memurla uzaktan
akrabası olan bir genç kız arasındaki mektuplaşmalarla geçiyor. (Ha benim umurumda mı akıcılık, hayır…) Memur
Makar Devuşkin ve genç hanım Varvara Dobroselova arasında geçim sıkıntısının da
güçlendirdiği bir bağ var. (Varvara da bildiğimiz Barbara’ymış meğerse,
Goodreads’ten öğrendim) Kıza yanında kaldığı kişiler tarafından haksızlık
yapılmış, tek koruyucusu da Devuşkin
kalmış.
Devuşkin dairede sürekli resmi
kağıtları kopya ederek geçimini sürdüren, saf bir adam. O yüzden kendi hesabına
düşünüp de bir şey yazdığı pek olmamış, ta ki bu mektuplaşmalar başlayana
kadar. Varvara’nın okusun diye verdiği kitapları okudukça üslubu düzeliyor,
kendisi de fark ediyor bunu. Şöyle söyleyerek güldürüyor beni: “Bugüne kadar böyle bilgisiz, odun gibi
nasıl kalmışım? Elden ne gelir? Hangi ormandan kesmişler beni acaba?”
Romandaki en güzel yan
hikayelerden biri olan Gorşkov’un akibetini de o anlatıyor. Diğeri de bana göre
Varvara’nın çocukluğunda tanıdığı üniversiteli Petenka’nın hikayesi. Bu
hikayeler iki ana kahramanın da daha güçlü bir şekilde yansıtılmasını sağlamış. Ama en çok da sonu
etkileyiciydi. Devuşkin’in “Bu son mektup değil, değil mi?” diye sorması, benim
de onunla aynı çaresizliği ve umudu aynı anda hissetmem. Ama bende sayfayı
çevirdiğimde karşılaştığım boşlukla biten umudun, onun için belki aylarca,
yıllarca sürmesi.
Mektuplardan:
“Evdeki en küçük, önemsiz bir
şeyi hatırladıkça içim bir hoş oluyordu. Şu anda evde, annemin babamın yanında
otursam ne iyi olurdu, diye düşünüyordum. ‘Küçük odada çay içerdik
bizimkilerle; insanın sıcak, mutlu, bildik aile yuvasında bulunmasından daha iyi ne olabilir! Annemi öyle bir
kucaklar, sıkardım, sıkardım ki!’”
“Kitapların ağırlığından bel
vermiş raflara baktım. Anlaşılmaz bir öfke, bir can sıkıntısı doldurdu içimi.
Kitapların hepsini baştan sona okumaya karar verdim bir anda; hem bunu elden
geldiğince çabuk yapacaktım. Bilmiyorum; belki de, onun bildiği her şeyi
bilirsem dostluğuna daha layık olacağımı düşünüyordum.”
“Korkunç, tuhaf düşünceler
doldurmuştu kafamın içini. Bunlardan en çılgını, en saçması da ona gidip her
şeyi açık yüreklilikle anlatmak, aptal bir kız gibi değil de iyi niyetle
hareket ettiğime onu inandırmak istememdi.”
“Mutluyduk… Ah, hem keder hem
sevinç dolu ne saatlerdi onlar! Şimdi hatırladıkça tatlı bir elem sarıyor
içimi. Anı tatlı da acı da olsa her zaman ıstırap verir insana; belki başkası
öyle değildir, ben duyarım bu ıstırabı; ama tatlıdır bu ıstırap. Kalp acı
çekmeye, ezilmeye, sıkışmaya, kederlenmeye başladığında anılar onu, gündüzün
sıcağında kavrulmuş cılız, zavallı bir çiçeği akşam serinliğinde çiğ
tanelerinin canlandırdığı gibi canlandırır.”
“Büyük kitapların fiyatını bile
sorduğu yoktu. Sadece eline alıyor, imrenerek sayfalarını karıştırıyor, evirip
çevirdikten sonra gene yerine koyuyordu. Alçak sesle ‘Yoo, bu çok pahalıdır,
diyordu, şunlar nasıl acaba?’ Sonra ince, küçük kitapların, dergilerin yanına
gidiyordu. Onlar çok ucuzdu. ‘Niçin alıyorsunuz bunları, dedim, saçma sapan
şeyler hepsi’. ‘Yok canım, diye cevap verdi, bakın hele bir, çok güzel
kitaplardır bunlar, çok çok güzel!’ Bunu öylesine çabuk çabuk, öylesine acıklı
söylemişti ki, iyi kitaplar niye bu kadar pahalı diye ağlamamak için kendini
zor tuttuğu kaçmamıştı gözümden. Bir gözyaşı damlasının soluk yanağından
kırmızı burnunun üzerine yuvarlandığını görür gibi oldum.”
“Kolundan tutup herkesi yanına
getiriyordum, su içiriyordum; ama her keresinde üzgün üzgün başını sallıyordu.
Ne istediğini anladım sonunda. Perdeyi kaldırıp, pencereyi açmamızı istiyordu.
Gün ışığını, doğayı, güneşi son bir kere daha görmek istemişti galiba. Perdeyi
çektim; ne var ki başlamak üzere olan gün de,
Pokrovski’nin yavaş yavaş sönen zavallı hayatı gibi hüzün dolu,
kasvetliydi.”
“Sıkılmayayım diye bir kitap
yollayacaktınız bana. Vazgeçin cancağızım! Kitap dediğiniz de nedir ki? Bir
sürü olmayacak şey! Roman da saçmadır, işsiz güçsüzler okusun diye yazılmış
uydurmalar… İnanın bana anacığım, bunca yıllık tecrübelerime inanın.
Shakespeare diye bir adamdan söz edeceklerdir size, ‘Görüyor musunuz,
diyeceklerdir, edebiyatın Shakespeare’si var’… Shakespeare de saçmadır, hem de
saçmanın daniskası!”
“-skaya kilisesinin yanından
geçerken haç çıkardım, bütün günahlarım
için tövbe ettim, sonra da Tanrıyla pazarlığa girişmemin iyi bir hareket
olmadığını düşündüm.”
“Kitabımı, gergefimi, başlayıp
da sonunu getirmediğim mektubumu bırakıyorum size; bu mektubu elinize aldığınız
zaman, size söylememi, yazmamı istediğiniz, şimdiye kadar yazdığım, şimdi
yazamadığım her şeyi yazmışım gibi okuyun orada!”
“Bir mektupçuk daha yazın bana,
her şeyi anlatın, oradan da yazın. Yoksa bu son mektup demektir; olmaz öyle
şey, son mektup olamaz bu! Birdenbire son mektup olur mu hiç!"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder