Cık… İnsancıklar’ın üzerine
gitmedi bu; ki önsözde ve kitap kapağında hiç bahsetmeden iliştirivermişler bu
romanı onun arkasına. Genellikle bir hanımefendiyi çocukluğundan itibaren ele
alan romanları severim. Bu da güzel başladı. Dostoyevski üvey babasının
Netoçka üzerinde bıraktığı etkiyi çok
iyi anlatmış. Romanın hayatının üç döneminde de karşısındakilere kendisini
gerçekten sevdirmeyi başaramayan, bu yüzden sürekli acı çeken bir kahramanı
var. Bana ilginç gelen şey şu oldu: Yanlarında kaldığı zengin ailenin bir
kütüphanesi var ve buraya ancak bir anahtarla girilebiliyor. Bütün gün zavallı Netoçka süklüm püklüm
oturuyor da eline anahtarı verip “Git bi kitap al oku” diyen olmuyor. Onu
zamansız düşüncelerden korumak için yapıyorlar bunu da. Bir hileyle anahtarı
ele geçirip okumaya başlayınca nasıl da değişmiştir dünyası kimbilir…
Nedense roman bittiğinde bir
“Olmamış…” dedim, Dostoyevski gizem mi yapmaya çalışmış açık uçlu son verip
diye düşündüm. Goodreads (http://www.goodreads.com/) buyurdu ki, gerçekte Dostoyevski Sibirya’ya sürgüne gönderilince roman
yarım kalmış. Bakalım romandan benim aklımda neler kalmış:
“Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum, yüreğime bir
şey gelip saplanmıştı sanki. Bana acımadığını, beni sevmediğini anlamıştım;
çünkü onu nasıl sevdiğimi görmüyor, şeker için ona hizmet edeceğimi sanıyordu.
Daha o yaşta okumuştum içini; artık onu sevemiyeceğimi, eski babacığımı
kaybettiğimi hissediyordum.”
“Kötü bir şey yaptığımı hissediyordum;
kötülüklerden kaçma içgüdümün gelişmesine babamın kendisi yardım etmişti;
kötülüğe ittikten sonra korkusundan mı neyse, yaptığımın çok kötü olduğunu
söylemişti bana. Her izlenimi hırsla benimseyen, iyiyi kötüyü hisseden, anlayan
bir ruhu aldatmanın hiç de kolay bir şey olmadığını bilmiyor olabilir miydi?
Beni bir kere daha kötülüğe iterek masum, kimsesiz çocukluğumu mahva
sürüklemekle, henüz oturmamış vicdanımı bir kere daha temelinden sarsmakla hiç
iyi etmediğinin, hatta ileri gittiğinin farkındaydım. Köşeme çekilmiş kendi
kendime şöyle düşünüyordum: “İstediğini yapacağımı biliyor da niçin bana şeker
falan getireceğini söyledi gene?”
“.... sınırsız bir merakla, bir korkuyla,
tuhaf bir heyecanla açtım ilk dolabı, rastgele bir kitap aldım. Bir romandı bu.
Usulca kapadım dolabı, kitabı alıp odama gittim. Hayatımda önemli bir
değişikliğin başlamakta olduğunu hissediyormuşum gibi tuhaf bir duygu vardı
içimde, yüreğim küt küt vuruyordu.”
“Tıpkı şimdi olduğu gibi aynanın
karşısında durmuştu; tuhaf, hiç de çocuksu olmayan bir ürperti geçmişti
sırtımdan doğru. Yüzünü değiştiriyor sanmıştım. Aynaya yaklaşırken
gülümsediğini açık seçik görmüştüm zaten; oysa güldüğünü ilk kez görüyordum;
Aleksandro Mihaylovna’nın yanında hiç gülmezdi çünkü (hatırlıyorum, en çok da
bu şaşırtıyordu beni). Aynaya bakar bakmaz birden değişivermişti yüzü.
Gülümseme –sanki bir emirle- silinivermiş; yerini, insan ne denli iyi niyetli
olursa olsun gizleyemeyeceği acı bir duygu –yüreğinden koparcasına kurtulmuş
gibi- almış, dudaklarını buruşturmuş; bir ıstırap alnını kırıştırmış, kaşlarını
çattırmıştı. Bakışları hüzünle gözlüklerinin arkasına kaçmıştı. Kısacası,
emirle bir anda bambaşka bir adam olmuştu sanki.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder