Şu kitabın güzelliğine bak ya!
1910 basımı, siyah-beyaz ve renkli çizimlerle dolu, harika bir kitap bu
elimdeki. Renkli resimlerin arka tarafı yine boş. Şeytan diyor kopar hepsini
çerçeveleyip duvara as J
Hikayeyi anlatan, Phillis’in
uzaktan kuzeni Paul Manning. Phillis’in yaşadığı köye yakın bir kasabada işe
giren Paul, ailesinin ricası üzerine bu kuzeni ziyarete gider. Bu güzel
kız hem bir papaz hem gayretli bir
çiftçi olan babasının yeni şeyler öğrenmeye olan tutkusunu paylaşmaktadır. Gerçek
hayatta birbirini seven insanlarda nadiren gördüğüm birbirini “idare etme”
durumu da bu noktada hikayede yer bulur. Anaç bir ev hanımı olan anne, baba
kızın sürekli meşgul olduğu demir yolları, Latince vs. entel dantel konularda dışlanır
gibi hissettiğinde baba hemen fark edip konuyu elma fidelerine, saman
balyalarına vs. değiştirmektedir.
Ne diyorduk… Paul kızın farklı
ve üstün olduğunu fark eder; hatta ilk tanıştıklarında “keşke ben de Latince
bilseydim, keşke Phillis’ten daha uzun olsaydım” diye geçirir. Ama bu fark ediş
bir aşkla sonuçlanmaz ve onunla evlenmesini isteyen babasına karşı çıkar çünkü
kızın kendisi ile evlenmesinin en başta ona haksızlık olacağını düşünmektedir.
Tam da bu yüzden Paul ve Phillis yakın arkadaş olurlar.
Phillis gözümün önünde… Sarı
saçlarıyla, beyaz teniyle, mütevazi elbisesiyle eğilmiş, bahçede bezelye toplamaktadır.
Paul ziyarete gelmiş ama yanında hayat dolu ve zeki genç patronu Holdsworth
vardır. Bu Holdsworth tam kibar tavırları ve bilgisiyle ailenin kalbini
çalmışken apar topar (?) Kanada’ya gitmesi gerekir. Giderken Phillis’i sevdiğini ve iki yıl sonra dönüp
onunla evlenmek istediğini Paul’e söyler. Phillis onun gittiğini öğrendiğinde o
kadar üzülür ki, Paul daha fazla sararıp solmasın diye Holdsworth’un niyetini
ona açar.
Ama işte… Keşke o Holdsworth
Kanada’da başka bir kız bulup evlenmeseydi… Yirmi küsür sayfalık önsözde
belirtildiği gibi, aslında kitabın güzelliği suçu tamamen tek bir kişiye
yüklemenin mümkün olmaması. Phillis sessiz sessiz kıvranıyor, yatağa düşüyor ama
asıl suçlu olduğunu düşünebileceğimiz Holdsworth’un Phillis’in sönen
umutlarından haberi yok. Bunun yanında Paul işgüzarlık ettiği için, anne ve
babası ise Phillis’in büyüdüğünü ve aşk acısı çektiğini fark edemedikleri için
suçlular. Neyse ki yufka yürekli yazarımız kızı o ölüm döşeğinden kaldırıyor.
Son bölümde dikkatimi çeken bir
diyalog Phillis hasta yatarken babası ve evlerine gelen iki papaz arasında
yaşanıyor. Bu iki işgüzar sanki kız ölmüş gibi “İbrahim’i örnek al, o da tek
çocuğunu seve seve kurban etmeyecek miydi? Tanrı verdi, Tanrı aldı demelisin.
Hem Tanrı, çiftlik işleriyle çok uğraşıp onu ihmal ettin diye alıyor kızını.”
gibi teselli ederken aslında Çehov hikayelerine yakışır bir absürdlüğe
ulaşıyorlar. Tevekkülle salaklık arasındaki çizgi ne kadar kalındır acaba?
Neler olmuş:
“I thought I saw Phillis’s white
lips moving, but it might be the flickering of the candlelight- a moth had
flown in through the open casement, and was fluttering around the flame; I
might have saved it, but I did not care to do so, my heart was too full of
other things.”
“I could fancy how he had tossed
aside such brotherly preachings in his happier moments; but now his whole
system was unstrung, and “resignation” seemed a term which presupposed that the
dreaded misery of losing Phillis was inevitable. But good stupid Mr. Robinson
went on.
-
We hear on all sides that there are scarce any hopes of your child’s
recovery; and it may be well to bring you to mind of Abraham: and how he was
willing to kill his only child when the Lord commanded. Take example by him,
Brother Holman. Let us hear you say, ‘The Lord giveth and the Lord taketh away.
Blessed be the name of the Lord!’ ….
-
God has given me a great heart for hoping, and I will not look forward
beyond the hour… Brethren, God will strenghten me when the time comes, when
such resignation as you speak of is needed. Till then I cannot feel it; and
what I do not feel I will not Express; using words as if they were a charm."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder