6 Haziran 2014 Cuma

Voskreseniye / Diriliş – Lev Tolstoy


Altın Klasikler Dizisi’nden 1975 basımlı büyük roman.  Hakkında hiçbir şey duymamış olmak kitabın güzelliğini benim için daha da çok artırdı. Hayatımın yoğun değişiklikler  ve uğraşlar getiren bir bölümünde olduğum için bu güzel kitabı bitirmem haftalar sürdü. Kitap Ergin Altay’ın güzelim çevirisi ile şöyle başlıyor:

“Yüz binlerce insan avuç içi kadar bir yere toplanıp, üst üste yaşadıkları toprak parçasını toprak parçasını çirkinleştirmek için var güçleriyle çalışmış olsalar; üzerinde hiçbir şey yetişmesin diye her yanına taş dikmiş, filizlenen her otu kökünden koparmış, havayı taş kömürü, petrol yakarak ellerinden geldiğince kirletmiş, çevredeki tüm ağaçları kesmiş, tüm hayvanları, kuşları uzaklaştırmış olsalar bile gene de ilkbahar ilkbahardı; kentte bile Güneş pırıl pırıldı gökyüzünde.”

Evet, bu da Sefiller gibi insanoğlunun yaptığı yanlışlara ışık tutan bir kitap. Benim gibi felsefeyi ancak romanlara yedirilmiş şekilde tolere edebilen biri için düşünmeye yardımcı bir kitap. Prens Nehlüdof, toplumdaki konumu gereği bazı davalarda jüri olması için mahkemeye çağırılmaktadır. Bu seferki davada ise sanıklardan biri, Nehlüdof’un seneler önceki aşk macerasından sonra avucuna para sıkıştırıp terk ettiği Katerina Maslova’dır. Maslova artık bir “genel kadın”dır ve bir müşterisini zehirleyerek öldürmekten suçlanmaktadır.  Nehlüdof’daki değişim Maslova’yı bu yola itenin kendisi olduğunu düşünmesiyle başlar. Oysa son birkaç yıldır düşünmeden, mutlu mesut yaşamıştır:

“Kendine inanmaktan vazgeçip başkalarına inanmaya başlamasının nedeni, kişinin kendine inanarak yaşamasının son derece güç olmasıydı: Kendine inanarak yaşayabilmesi için kişinin bütün soruları, küçük hazlar peşindeki yaşayan ‘ben’in istediği gibi değil, hatta çoğunlukla onun istediğinin tam tersine çözümlemesi gerekir; öte yandan, başkalarına inanırsa çözümleyeceği hiçbir şey yoktur, her şey çözümlenmiştir, hem de yaşayan ‘ben’in istediği gibi. Dahası var, kendine inanarak yaşarken çevresindeki insanların eleştirileriyle karşı karşıya kalıyordu hep, başkalarına inanmaya başlayalıberi herkes övüyordu onu.”

Mahkemede geçen olaylar, okuyucuya kimsenin adaleti sağlamak gibi bir gaye taşımadığını gösteriyor. Jüri, alınan kararda “zehirlememiştir” dese de, “cinayetle ilişkisi yoktur” demeyi unuttukları için neticede Sibirya’ya sürgün ediliyor Maslova. Suçsuz olmak yetmiyor, şansı yaver gitmediği için mahkum ediliyor. Mahkumların cezaevi kilisesinde yapılan ayinle ilgili de ilginç düşünceler var kitapta:
“Papazdan, müdürden tutun da Maslova’ya kadar hiç kimse, papazın, tuhaf tuhaf sözcüklerle övdüğü, adını bir çok kereler tekrarladığı İsa’nın burada yapılanları yasakladığını aklının ucundan bile geçirmemişti. Böylesine anlamsız, saçma sapan duaları, öğretmen papazların ekmekle şaraba yaptıkları bu çirkin okus-fokusu yasaklamakla kalmamış, insanların başka insanlara öğretmen demelerini, tapınaklarda dua etmelerini de kesinlikle yasaklamıştı.  Herkesin yalnız, bir başınayken dua etmesini buyurmuş; kendisinin tapınakları yıkmak için geldiğini, tapınaklarda değil, gerçekte, ruhta dua etmenin gerektiğini söyleyerek tapınakları da yasaklamıştır.”

Bunları okuyan kilise durur mu, o da Diriliş romanını yasaklamıştır. Romanda Tolstoy’un bütün insanlığa sert eleştirileri vardır aslında:

“Çalmaktaki becerikliliğiyle övünen bir hırsız, rezilliğiyle övünen bir genel kadın, canavarlığıyla övünen bir katil görünce şaşırıyoruz. Bu şaşkınlığımızın tek nedeni, bu insanların kendilerine özgü bir çevreleri olması, en önemlisi de, bizim onların bu çevresinin dışında bulunmamızdır. Zenginlikleriyle, yani soygunculukla övünen zenginler; tutkularıyla, yani başkalarını öldürmekle övünen komutanlar; güçleriyle, yani güçsüzleri ezmekle övünen hükümdarlar da aynı şeyi yapmıyorlar mı aslında? Bu insanların, durumlarını haklı göstermek için benimsedikleri dünya görüşünü, iyilikle kötülük üzerine düşüncelerini çirkin görmememizin tek nedeni, böyle kötü düşünen insanların çoğunlukta olmaları, bizim de onlardan olmamızdır.”

Din suçlularıyla ilgilenen Toporof üzerinden, batıl inançları da irdelemiştir Tolstoy:

“Koruduğu din onun için, bir tavukçu için tavuklarını beslediği solucan neydiyse oydu. Ölmüş solucan pisti, iğrençti, ama tavuklar seviyorlardı onu, yiyorlardı, öyleyse vermek gerekirdi onlara solucan (…) Böyle düşünüyordu Toporof, halkın batıl inancı sevdiğini sanıyordu. Oysa halkın batıl inancı sevmesinin suçu Toporof’un, onun gibi aydınlığa kavuşmuş, ama ellerindeki ışığı, bilgisizliğin karanlığından kurtulmaya çalışan halka yardım için değil, onu bu karanlığa iyice gömmek için kullanan insanlardı.”

Nehlüdof hatasını düzeltmek için Maslova’yla hapishanede görüştükçe, ondan yardım isteyen birçok mahkumla karşılaşır. Kimisinin kimliği yok diye aylardır içeride tutulduğunu görüp şaşırır. Kimisinin annesi ile görüşebilmek, içeri kitap sokabilmek gibi isteklerini yüksek çevreden tanıdıkları sayesinde yerine getirir. Bazen bu yüksek çevreden “O mahkum kadınla evlenmek istiyormuşsun, bunca sıkıntına değecek kadar güzel mi bari?”  gibi laflar duyar. Ama kitabın en güzel yanlarından biridir bu: Maslova artık ona çekici gelmese de bu kararı almıştır Nehlüdof. Ona aşık olduğu için böyle bir karar vermesi erdem gerektirmezdi zaten.

Nehlüdof’ta varolan kendine inanma çabası Tolstoy’un çabasının bir yansımasıymış önsözden öğrendiğime göre. Tolstoy köylülerin hayat şartlarını düzeltmeye çalışmış, köylüler bunu kuşkuyla karşıladıklarından başarıya ulaşamamış. Nehlüdof da ne umutlarla köylülerine toprak kiralayacak oluyor ama karşısında neşeli değil kuşkulu yüzler görüyor. Kimine göre anarşiden başka bir şey ifade etmeyen şu sözleri ediyor köylüler hakkında:

“ Halk, devletin onu soyduğunu biliyor. Biz toprak sahiplerinin, çok eskiden soyup elinden herkesin ortak malı olan toprağı aldığımızı, ondan çaldığımız bu topraktan, sobasını yakmak için çalı çırpı toplarken yakalayınca da onu deliğe tıktığımızı, onu hırsız olduğuna inandırmaya çalıştığımızı da biliyor.”

İnsan ölümüne karşı duyarlılığın insanlık gereği olduğunu, “ölmüştür geçmiştir” demeninse insanlığa sığmayacağını hatırlatıyor bir mahkumun ölümü üzerine:

“Bu insanın ruhsal yaşayıştan nasıl yoksun bırakıldığı belliydi yüzünden; ellerinin, zincire vurulmuş ayaklarının ince kemiklerinden, ölçülü, biçimli bedeninin her şeyinden onun bir zamanlar ne denli güzel, güçlü, becerikli bir insan, itfaiye komutanının ayağı incitildi diye öylesine kızdığı o kula attan ne denli üstün bir yaratık olduğu belliydi. Oysa öldürmüşlerdi onu; bir insan olarak ölümüne kimse acımadığı gibi, insanlığın boşu boşuna bir güç kaynağını yitirdiğine de üzülmüyordu kimse. Ölümü herkeste, yakında kokacak bu cesedi ortadan kaldırmak zorunda olmanın verdiği telaşın can sıkıntısından başka bir duygu uyandırmamıştı.”

İnsanları sevmenin önemini de:

“… belki gereklidir valiler, müdürler, polisler, ama insanlara vergi en önemli duygudan, birbirine acıma, birbirini sevme duygusundan yoksun insan görmek korkunç bir şey.”

“Günümüzde insanların, hristiyanların, temiz ruhlu, iyi insanların, kendilerini suçlu hissetmeden korkunç canavarlıklar yapabilmeleri için nasıl bir düzen olmalı? Bir tek çözüm yolu olurdu bu sorunun: Şimdiki düzen. İnsanların vali, müdür, subay, polis olmaları, yani önce, insanlara eşya gibi, kardeşçe bir sevgi duymadan davranılmasına izin veren devlet hizmeti diye bir şeyin olduğuna inanan insanların bulunması; sonra, devlet hizmetinde bulunan bu insanların, yaptıklarının sorumluluğu belirli olarak birisinin üzerine düşmeyecek biçimde örgütlenmeleri gerekir. Bugün gördüğüm canavarlıklar başka hiçbir koşul altında olamaz. İnsanlara sevgisiz davranılabilecek durumların olduğunu sanıyorlar, oysa yoktur böyle bir durum. Eşyalara karşı sevgisiz davranabilir insan: Ağacı kesebilir, çamurdan tuğla yapabilir, acımadan dövebilir demiri, ama arılara karşı dikkatsiz davranamayacağı gibi, insanlara karşı da sevgisiz davranamaz. (…) insanlara karşı davranışlarının da ancak onları sevdiğin zaman bir yararı olur, zararı dokunmaz.”

İşin kötüsü bu sevgisiz bırakılmış insanlara, mahkumlara din adına verilen beylik öğütlerdir. Nehlüdof’un cezaevini gezdirdiği bir İngiliz bir yandan İncil dağıtırken bir yandan inciler döktürmektedir:

“- Söyleyin onlara, tam tersini yapmalıdırlar bunun. Bir yanağına vurulursa ötekini uzatacaksın.”
Bunu söylerken yanağını uzatmıştı.
Nehlüdof Rusçaya çevirdi.
Bir ses duyuldu cezalılar arasından:
- Kendi bir denese bunu bakalım.
Yatan hastalardan biri:
- Ya ötekine de yapıştırırsa tokadı herifçioğlu? dedi, o zaman neyi uzatacaksın? 

Neticede bu kitap bana cezaevlerinin gerekliliğini değilse de, o gereklere ne kadar hizmet edebildiğini sorgulattı:

“Suçlu saydığımız insanları birkaç yüzyıldır öldürüyorsunuz. Bitirdiniz mi bari onları? Ne gezer, üstelik çoğaldılar. Cezalarınızın iyice kötüleştirdiği suçlular doldurdu her yanı.”

Nehlüdof’la beraber çıktığım yolculuğu mutlu bitirdim ben. Çünkü biliyordum ki, onun da eksiklikleri vardı; bazı insanlara hala  iğrenmeden bakamıyordu. Ama Sibirya’ya giderken tanıdığı siyasi suçluların çoğunun sırf ortalama üstü bir bilince sahip oldukları için ceza çektiklerini gördü. Onu hala sevmesine rağmen, hayatını onunla birleştirerek ona zarar vermek istemeyen Maslova’nın fedakarlığını gördü. Ve o geceden sonra  “yepyeni bir hayat başladı Nehlüdof için; eski koşulların yerini yenileri aldığı için değil, o geceden sonra her şeyi eskisinden bambaşka gözlerle gördüğündendi bu değişiklik.”

****  ilginç obje: pince-nez: Romandaki karakterlerin mütemadiyen bir şeyler incelemede kullandığı kelebek gözlük. “pinch” ve “nose” kelimelerinden geliyormuş Fransızca orijinali de. 

Pince-nez'iyle Çehov.