29 Aralık 2014 Pazartesi

Murebbiye – Huseyin Rahmi Gurpinar


Elimdeki 1966 basimli kitap tum zamanlarin favorisi Huseyin Rahmi’den. Bu sefer Istanbul’da bir yaliya murebbiye olarak girmis duskun bir Fransiz kadininin maceralarini anlatiyor. HRG romanlarinda genel olarak kadin karakterler cogunluktadir, bunda ise oyle degil. Yalida kadin yok neredeyse; Dehri Efendi, kardesi Amcabey, oglu şemi ve eniste Sadri ana karakterler. Sadri’nin hanimi Melahat’ten pek oyle bahsedilmiyor ama soyle komik bir tasviri var ki eklemek istedim:

“Tavan supurgesine kadin esvabi giydirmisler gibi Melahat Hanim pelerinli, kat kat dantelli yeldirmesini giyip pullu beyaz basortusunu de orterek, bahceye, koruya, bostana ciktigi zaman ruzgarin o uzun boya verdigi dalgalanmalardan urkerek butun vahsi kuslarin kacistiklarini goren bahcivan, efendiden dogum bilgisi ve jeoloji derslerini dinleye dinleye zekasina bayagi bir genisleme gelmis olan o herif bu halden ibret alarak bostana koydugu korkuluklari Melahat Hanimin seklinde yapmaya baslamis ve cok fayda goruldugunun farkina varan komsu bahcivanlar tarafindan model olarak kabul olunmustu.”

Anjel’in gecmisi ile hikaye basliyor. Toplumun ahlaksizligini elestiren oyunlar yazan Baudelaire adinda biriyle iliskisi vardir. Anjel bir cocugu olacagini ogrenince, babalik serefini kime vereyim diye dusunurken aklina bu yazar gelir. Oysa yazarimiz pek oralarda degildir:

“Bodler o piyesin ogutlerine gore davranmak icin degil, para kazanmak istegiyle yazmisti. Onu seyretmeye gelenler de oraya ahlak dersi almak icin degil, hosca bir vakit gecirmek icin gelmislerdi. Ama o kadar kisi agladi denecek. Aglasinlar. Tiyatroda aglamak, gulmenin baska bir sekli demektir. Zaten fizyolojide ‘gulme’ ile ‘aglama’ arasinda, bazi hallerde, fark yok gibidir. Ikisi de sinir zayifligindan ileri gelir. Eger aglamakla ahlak duzelseydi dunyada cocuklardan uslu akilli kimse kalmazdi.”

Sonunda bir anlasmaya varirlar. Anjel mesleginin inceliklerini Bodler’e anlatacak, o da bir kitap yazacak. Kitabin geliri ise dogacak cocugun olacak. Balzac ve Dumas’da oldugu gibi Fransa’da duskun kadinlarin hikayeleri pek ilgi ceker; haliyle Bodler’de sermayeyi cocuga yukledigine pisman olur.

Istanbul’a donersek, Dehri efendi mantarlar hakkinda saatlerce konusabilen, oglu yatili mektepten gelince onu imtihana cekip basarisiz oldugunda falakaya yatiran bir tip. Kardesi kamburunu saklamaya calisan ama murebbiyenin onunde yerlere kadar egilince bunun kabak gibi meydana ciktigini farketmeyen saf bir capkin. Anjel’in midesizligi sagolsun, bu capkin, Sadri ve Semi  gece onun odasina girmek icin nobet tutar hale gelirler. Karanlikta ayni masanin altini elinde lambayla yaklasan Eda Kalfa’dan saklanilacak yer olarak gorup hizla kosusup birbirlerine tos vurusunca ucunun birden idare edildigini anlasalar da hicbiri Anjel’den vazgecmez.

Onlar didisedursunlar, Anjel ortaligi karistirip kenara cekilmistir. Semi iyice hirslanir bir aksam,  Anjel’in odasinin kapisini kirip once odadakini, sonra murebbiyeyi oldurecek, sonra odasina gidip pencereden kendini Bogaz’in serin sularina birakacaktir. Odaya girip dolabin kapisini actiginda kimin cikacagi aslinda kitabin kapaginda belli edilmis, neyse en bastan anlamadim en azindan  Yer yer bayat espriler varsa da ne cikar, ben seviyorum bu adamin romanlarini J

27 Aralık 2014 Cumartesi

The Pastures of Heaven / Cennet Cayirlari – John Steinbeck



California’da bir vadinin ismidir Cennet Cayirlari. Hikaye dizisi, kizilderili koleleri kovalayan bir yuzbasinin vadiye ismini vermesiyle basliyor. Steinbeck vadi sakinlerinin hayatlarindan manzaralar sundugu bu diziyi, vadiden gecen bir tur otobusundeki yolcularin ‘keske surada bir evim olsa’ hayalleri ile bitiyor. Vadi sakinlerinden bahsedecek olursak: kendini zengin biri gibi gostermeye calisan, hayalinde onu bunu satarak farazi paralar biriktiren ve sasilacak derecede guzel olan kizini erkeklerden korumak icin sacma seyler  yapan Tilki Wicks ilginc bir karakter mesela. Tembelligi yasam tarzi haline getirmis, Robert Louis Stevenson hayrani Junius Maltby. Once Raymond Banks ile cezaevine idam seyretmeye gitmek isteyip sonra korkup gitmekten vazgecip Banks’i da caydiran Bert Munroe. Hepsi Steinbeck’e has yalin cumlelerle ve nuktedanlikla resmedilmis.

Benim en  cok hosuma giden hikaye ise yasli anne ve babasinin olumunun ardindan yillar boyunca odalarina hic girmeyen Pat Humbert’in hikayesi. Bu adam o odaya girmese bile  onlarin koltuk yastiklarinda kalan izleri, ilac kutularini, ic karartici resimleri hayalinde onu yine rahatsiz eder. Sanki hayaletler hala o koltuklarda oturuyor gibi gelir ona. O da yalnizliktan kurtulmak icin nerede bir toplanti olsa oradadir, geceyarilarina kadar evine gitmez. Bir gun , Bayan Munroe ve kizi evin yakinlarindan gecerken evin duvarini saran guzel sarmasigi goren kiz ‘kimbilir evin ici ne kadar guzeldir’ deyince hayat farkli bir hal alir Pat icin. O odadaki her seyi atip dekorasyon dergilerindeki gibi bir oda yaratacaktir. Gunlerce calisip bunu yaptiginda ise kiza gosteremeden onun gelecek hafta evlenecegini haber alir. Aksam eve gelip guzel odanin sominesini yakar, ama hayaletler de onunla birlikte atesi seyrediyordur simdi.

Yormayan, bilakis dinlendiren uslubu ve ilgi cekici karakterler… Bir Steinbeck kitabini elime aldigimda bunlarla karsilasacagimi biliyorum artik.

12 Aralık 2014 Cuma

Pavilion of Women / Kadin Dunyasi – Pearl S. Buck


Altin Kitaplar’dan 1971’de cikmis bu roman, kolayca okunuyor.

Madam Wu: koklu bir ailenin gumus sikirtisi gibi sesiyle konusan zarif ve guzel hanimefendisi. Kocasini sevmemis, ama bir gorev addettigi icin evlenmis onunla. Kirk yasina bastigi gun ise bir karar verip kendini kadinlik vazifelerinden azad ediyor. Artik evde ayri bir bolmeye tasinacak ve Mr. Wu’ya ikinci bir es bulacaktir.

Sakayik romaninda hayalen kurdugum dekorda aynen devam ettim J Yuksek duvarlarin cevreledigi, tek katli daginik binalardan olusan bir konak, binalar arasi orkideler ve sakayiklarla bezeli bahceler, havuzlar… Kirmizi sekerli pirinc gibi enteresan yemekler… Pembe ipekli kiyafetler ve inci kupeler…

Eski Cin geleneklerini ne derece yansitiyor bilmem ama, romanda cok eslilik, erkek evladi kiz evlattan ustun gorme, kizlarin zihinsel egitimine onem vermeme, onlari cocuk doguran makineler gibi gorme  seklinde tanidik durumlar var. Madam Wu ise, okumayi ve dusunmeyi cok seven bir kadin olsa da alisageldigi bu anlayislara gore amel etmeyi surduruyor. Dinginligi ve otoriterligi ile konagi yonetmekte zorluk cekmiyor. Ogullarina birer kiz bulup aile kurmalarini sagliyor.

Bu ogullardan birinin kendi gibi ogrenme heveslisi oldugunu farkedince, uzak okullara gitmesin diye misyoner rahip Andre’yi eve ders vermeye cagiriyor. Dersleri gizlice o da dinliyor. Rahip uzun boyu, cussesi ve tuylu olusuyla sanki baska tur bir yaratikmis gibi geliyor ona. Bunu soylediginde soyle cevap aliyor rahipten: “O halde Allah once beni yaratmis. Sonra da size yaratarak ilk modelini bir hayli duzeltmis, degil mi?”

Gariptir herhalde, kitap, televizyon gibi seylerle varligini ogrenmedigin cesitten insanlari bir anda karsinda buluvermek… Sonra bu insan, omrunu aralarinda gecirdigin kendi insanlarindan daha cok aciyorsa ufkunu hele. Dinini ogretmesin diye titizlik ettigi bu adam, insan ruhunu anlatiyor kadina. Onun bedenin olumunden sonra da varligini surdurecegini soyluyor. Yavas yavas yakinlasiyor ona. Artik birlikte ders yapip sohbet ediyorlar.

Iki romanini okudum, biraz genelleyebilirim bence J Pearl Buck romanlarinda onceden sinyalini vermedigi bir olayi, genelde olumu, bir cirpida gerceklestiriyor. Mesela oglu Fengmo’nun, tam da esi Rulan’la arasini duzeltmisken gorev icin bindirildigi ucak dusunce tozu bile kalmiyor, tabuta koyacak bir sey bulamiyorlar.

Bir gun de , Madam Wu’nun konagindan ciktiktan sonra, zor durumdaki birine yardim etmeye calisirken bir cete tarafindan olduruluyor Rahip Andre. Madam Wu, ruhunda kopan firtinalara ragmen disardan oyle sakin ki… Olu adami yataginda seyrederken, birden onu sevdigini anliyor:

“Bir kac saniye icerisinde henuz olmus olan bir adami sevdigini anlamak yeri de gogu de sarsacak bir seydi. Beynin, saskinligindan iki buklum olmasina sasmamaliydi. Kadin, Andre’nin kendisine dusuncenin beynini meydana getiren hucrelerden nasil ilerledigini anlatisini hatirladi. Ona olan sevgisini farketmesi o hucrelere birdenbire dalivermis ve muhakkak ki hayatinin eski dusunce cizgilerini de alt ust etmisti.”

Bu da tuhaf, o kadar kontrollu bir kadin demek ki, rahip oldukten sonra ancak gercek duygulariyla yuzlesebiliyor. Icten ice seviniyor da, artik bir tehlike kalmadi, hayallerimde yasayabilirsin, seni sevdigimi sana ozgurce soyleyebilirim diyor Andre’ye. Artik insanlar hakkinda kararlar verirken hep ona soruyor, o ne yapardi diye dusunuyor. Andre’nin sokaklarda bulup evine yerlestirdigi kizlari Wu konaginin tapinagina yerlestiriyor. Mr. Wu’ya aldigi ikinci esin mutlu olmadigini gorunce, annesiyle beraber gitmesine izin veriyor.

Kavusma ihtimali kalmayan bir ask, korkunc. Oysa Madam Wu yine sukunetle yasamaya devam ediyor. Konagindan disari ancak tahtirevan uzerinde cikip perdenin arkasindan dunyaya bakabilen bu kadin, sevdigi adamin mezarini ancak yakinindan gecerken ziyaret ediyor suphe cekmemek icin. Insanin ufuklarini acmasi, duvarlarinin disina cikmasi cok kolay degil tabii. 

9 Aralık 2014 Salı

2000 Yilin Sevgilisi – Refik Halid Karay



Hala biraz geriden geliyorum, arayi kapatmak lazim… Doktoraya baslayali iki aydan fazla oluyor. Roman okumaya kolayca vakit bulabiliyorum ama makaleler icin ayni durum henuz soz konusu degil J

Yazarin deyimiyle ‘pano ve fresklerle  bezenmis yari tarihi bir roman’ bu. Normalde bu turden pek hazzetmesem de  sadece yarim doz tarih icerdigi icin idare ettim. Fahir isimli yakisikli doktor ve guzel Guldal, Iskenderun’dan Istanbul’a gidecek treni beklerken Guldal’in amcasi tarafindan tanistirilirlar. Fahir’in bu tanismanin etkisiyle carpildigi gozlerden kacmaz. Trende yanyana kompartimanlarda kalan bu ikili, devrin (1940lar) sartlarinin normalde izin vermeyecegi sekilde uzun uzun basbasa sohbet etmek, yemek yemek firsati bulurlar trende.

Birbirlerinden hoslanirlar da, ama Fahir’in bu konuda baska bir iddiasi  vardir. Ilk defa iki bin yil once Side’de gemici Parmis ve esir kiz Tamara olarak karsilasip birbirlerini sevdiklerini savunur. Zalim hukumdara cariye olacak olan Tamara’yi butun malini vererek satin alir Parmis, ve halkin sevgisini kazanarak yeni hukumdar o olur. O da yetmemis, yaklasik bin yil sonra Selcuklu zamaninda tekrar karsilasmislardir, bu kez Ali Pars ve Zerrintac olarak. (Kizin adi Amora, Selcuklu sultani daha sonradan ona bu ismi veriyor). Ali kendini Pontuslu olarak tanitarak Akdeniz kiyilarindaki kaleye casus olarak sizmis bir Turk’tur. Cok da iyi niyetlidir canim, savasmadan teslim olmalarinin kendi faydalarina olacagini anlatmaya calisir kale halkina. Hakani da soyle haber yollamistir kale komutanina: ‘Sadakatini hisimlik ile saglamak isterse, ve teklif kendisinden gelirse reddetmeyiz; sefkat ve keremimizden fazlasiyla mustefid olur. Sulh ve asayis de daha kolay teessus eder.’

Amora’nin kuzeni Irena Selcuklu Sultani ile evlenirken bizim diger ikisi de mutlu olurlar. Iki hikayede de kizi bacagindan isiran bir hayvan (once arslan, sonra kurt) ve kiza asik olsa da sadece hayranlikla onu seyreden bilge ve sanatci bir figur (once Bambius, sonra Barsimon) gibi ortak ogeler bulunmasi ilgi cekicidir.

Simdi bunlari kompartimanlar arasi kapiyi acip Guldal’in kompartimaninda ona masalsi bir tarzda anlatir Fahir. Guldal’in karsisinda zaten hoslanmanin cok da zor olmadigi bir adam vardir. Kiz bir yandan kandirildigini dusunur, bir yandan ‘onun gibi ben de neden hemen inanamiyorum’ diye uzulur. Supheciligine kizar. Istanbul’a donduklerinde yurtdisina ciktigini haber veren Fahir, kizin direncini boyle kirar. Ona yazdigi mektupta da aslinda onu daha once Buyukada’da gormus oldugunu ama hasta olup yataklara dusmesi yuzunden tanisamadiklarini itiraf eder. Bunlar hikayesinin dogruluguna golge dusurse de bir onemi yoktur artik, birlikte mutlu olacaklardir. Guldal’in budala degil cin fikirli bir karakter olmasi guzeldi. Karay’in romanda bir kere bile ‘reenkarnasyon’ kelimesini kullanmamasi dikkatimi cekti.

Cuvaldiz da bize batirilmis bu arada:

‘Tarih, birtakim sebeplerle diktator mevkiinde bulunmus kadinlarin Semiramis’ten tutunuz da Kleopatra, Mesalino, Theodora, Fransiz kralicelerinden bir kismi, hatta bizim sarayimizin Hurrem ve Kosem’lerine kadar cogunun sadece kucuk hislerle isledikleri gercekten luzumsuz cinayetlerle yukludur. Eger dunya –yaradilislari elverseydi de- erkek mikdarinca kadin diktator boyunduruguna girseydi insanlik, hem de kapris ugruna daha cok istirap cekmis olacakti.’

Tesekkur mu edelim, ne yapalim? Aslinda ben de isterim bu Hurrem’ler Kosem’ler gercekten ne yapmis bilmek ama Muhtesem Yuzyil’la mi yapayim bunu yani? Gitgige daha populer figurler olmalari nedeniyle okuyacaklarim da ne kadar objektif olur bilemiyorum. 2000 yilin sevgilisi de, belki Amazonlardan girip Romadan cikip tarihi iyice corba etmistir de ben otorite olmadigim icin bu konuda, kuzu kuzu okudum J

Ha bir de 14000 yil oncesinden gelen adam var, filmi pek guzel.
The Man From Earth     http://www.imdb.com/title/tt0756683/

Film demisken, bir de filmi varmis. Izlemis bulundum.


Tiyatrovari, ilginc bir filmdi. Kitabi kendilerine uydurmuslar. Kisitli imkanlarla bir seyler yapilmaya calisilirken olusan o zorlama havasi da hep hosuma gitmistir Yesilcam'da zaten. Tren yolculugunun yerine vapur seyahati koymuslar, Sideli korsan Parmis olmus sana Beytussebap collerinin eskiyasi Resit. Selcuklu partisyonu Osmanliya evrilmis. Savas sahneleri uzamis da uzamis. Bir de Osmanli devrinde gecen askta kendi rizasiyla musluman olan Zerrintac'la tribunlere oynanmis. Amaan, maksat oyuncular emek verilip hazirlanmis eski tarz kiyafetlerle salinsin :) Ciftlerimizi bekleyen sonlar da kitaptan farkli, olumu gosterip sitmaya razi etmisler. Yine de keske daha cok romanimiz boyle filme cekilseydi. 


30 Ekim 2014 Perşembe

Bésy (The Demons) / Ecinniler – Dostoyevski


Kafami karistiran, anlamak icin 19. yuzyil Rusya’si hakkinda bilgimin eksik oldugunu hissettiren  kitap. Sevgilimin “ya niye cinlerle ilgili kitap okuyorsun, korkarsin”  demesine sebep olan kitap. Isminin bende olusturdugu beklentiyle “ecinniler ne zaman gelecek” diye beklerken Nikolay Vsevolodovic Stavrogin’in valinin kulagini isirmak, bir baskasinin burnunu sikmak gibi hareketleri “Nikolay Stavrogin cinlere karismis heralde” gibi bir cozumleme yaptim. Dostoyevski’nin eserini bu kadar yuzeysel bir sekilde cozemeyecegimi  bilmiyordum o zamanlar. Haliyle noktalari birlestirmek icin Wikipedia’dan yardim alacaga benzerim.

Stepan Trofimovic isimli “aydin” kisiligin tanitilmasi ile basliyor roman. Kendisine komplo kuruldugunu dusunen, ayilip bayilan, surekli kimsenin okumadigi uzun mektuplar yazan bir ‘drama king’. En yakin dostu Varvara Stavrogina ise onun koruyucusu; sert ve dedigim dedik bir kadin. Yirmi yil platonik olarak birbirlerini sevdiklerini Stepan olum doseginde iken ogreniyorlar. Hikayeleri merak uyandirici.

‘Duygulu konusmayi pek seviyorsunuz, Stepan Trofimovic. Simdi hic de moda degil bu. Kaba, ama basit konusuluyor. Yirmi yili dilinize dolamissiniz bir kere! Karsilikli bencillikle gecmis yirmi yildan baska bir sey degil bu. Aldigim her mektubunuz benim icin degil, edebiyat tarihine kalsin diye yazilmistir. Bir dost degil, guzel yazi yazmak heveslisisiniz siz yalnizca…’

Ikisinin de birer oglu var: Nikolay Stavrogin ile Pyotr Stepanovic. Stepanovic her sehirde devrimci gruplar olusturmaya calisiyor ve anlayamadigim bir sekilde devrimci hareketin basina Stavrogin’i getirmek istiyor. Digeri ise hic orali degil.

Avrupa’da bircok hata islemis, evli kadinlarla iliski kurmus  Stavrogin. Birisi de Satov’un karisi hatta. Satov bir tokat atiyor, psikopat Stavrogin karsilik vermiyor, sen dusunup duruyorsun nasil tuttu kendini diye. Dostoyevski sonradan acikliyor durumu. Babasina hakaret ettigi Gaganov onu duelloya cagirinca ates etmiyor, yaptigi ahlaksizliklara karsi Maria Lebyadkina denen aptal kadinla evleniyor. Pyotr onu bu sacma evlilikten kurtarmak icin karisini ve onun sorunlu abisini oldurebilecegini soyluyor ama yine pek ilgi goremiyor.

Bircok karakter var Pyotr’un (Boyle hitap etmeye hakim var mi bilmem, zira roman boyunca kimse kimseye ilk ismiyle hitap etmiyor. Yine de 21. Yuzyilin bana verdigi curetle Pyotr demis bulundum) toplantilarinda bulunan: Liputin, Virginsky, Erkel, Satov, Kirillov. Pyotr bu topluluga Rusya’nin her yerinde kendileri gibi hukumeti yikip sosyalizmi getirmek isteyen siddet yanlisi  bir suru devrimci “besliler”  oldugunu soylese de aralarinda bunun kanitini goren yoktur. Gercekte, tasrada cikaracagi kucuk bir kivilcimin ulusal boyutta infial yaratacagini uman bir komplocudur Pyotr. Bu yuzden Varvara Stavrogin ile Stepan Trofimovic’in arasini acar, herkes balodayken sehri atese verir, Lebyadkinleri oldurur, valiyi alayci tavirlariyla delirtir.

Radikal bir sosyalistken sag goruse yonelen ve besliden cikmak isteyen Satov, haliyle Pyotr’un kara listesine girer. Stepanovic iclerinden birini birlikte oldururlerse, beslinin geri kalan uyelerinin birbirine daha bagli olacagi inancindadir. Ustelik cinayetlerini de daha once intihara egilimi oldugundan ona bahseden Kirillov’a ustlendirecektir. Insanlari kolayca manipule edebilen, nihilist bir karakter Stepanovic; sadece Stavrogin’de ise yaramiyor bu becerisi.

‘Dinde oldugu gibi bu da: kisioglu ne denli kotu kosullar altinda yasiyorsa, yahut toplum ne denli ezik, yoksulsa cennette sonsuz mutluluga erisecegini o denli inatla hayal eder; bunun yaninda yuz binlerce din adami da cikar pesinde kosarak bu umudu koruklediklerine gore…’

Iste bu olumu hic istemedim ben; cunku Mariya Satova karnindaki onun cocugu olmasa da Satov’a geri donmustur artik. Satov’un karanlik sokaklarda camlari kapilari yumruklayarak Virginsky’nin ebe olan karisini cagirmasi hala aklimda. Bebek dogar, Satov mutludur ve inanmak icin bir nedeni vardir artik. Oysa Erkel, Satov’un onceden ormana gomdugu baski makinasinin yerini gostermesi icin onu almaya gelir ve Satov kendisi icin planlandigini bilmedigi sona gider. Kirillov’a  da Satov’u oldurdugunu yazan bir mektup birakarak intihar etmesi icin baski yapilir. Olumden korktugu icin, olume kendi gitmek isterse sonsuz ozgurluge kavusup tanrilasacagini dusunen bu adama bunu yaptiran o anda gordugu baskidir.

Romanin sonunda Stavrogin’in itiraflari var ki zamaninda sansurlenmis. Bu kisimda Stavrogin’in oniki yasinda bir kizi igfal edip intihara surukledigi ogreniliyor ki bu suclar, digerleri ile birleserek Stavrogin’in de intihar etmesine neden oluyor. Bu itiraflarda inatla akil sagliginin yerinde oldugunu vurguluyor Stavrogin, delilige siginmak istemiyor. Empati yoksunu ve duygusuz gorulse de, vicdaninin sonunda galip geldigi goruluyor.

‘Bu belge bence delice bir sey, bu bayi avucunun icine alan cinin isidir. Sancidan kivranan bir hastanin hic olmazsa bir an icin, acisini hafifletebilecek bir durum bulmak umuduyla yatagin icinde bir o yana bir bu yana donmesine benzer. Acisinin hafiflemesine degil, bir dakika da olsa,onu degistirmeye, baska bir aci duymaya calisir.’

Cinler, daha dogrusu kotu ruhlar, Stepan Trofimovic tarafindan betimleniyor kitabin sonlarina dogru. O ve oglu gibilerdir kotu ruhlar. Fakat Rusya silkinecek, hasta ruhlardan arinip Isa’nin dizleri dibine oturacaktir sonunda.

Bir seyler karaladim burada ya; kitabi tekrar okumam gerektigini de gosterdi bana bu karalamalar. Cunku karakterlerin soylem ve eylemlerini o zaman daha iyi anlayacagimi hissediyorum.

Varlik Yayinlari’ndan cikmis Ergin Altay cevirisinden memnun kaldim.


26 Ekim 2014 Pazar

Joseph Andrews / Kader Yolu – Henry Fielding



Joseph Andrews isminin pek aciklayici ve ilginc olmadigini dusunerek sanirim, Kader Yolu diye cevirmisler kitabin adini. Fielding ‘bir toplumu butunuyle ele alip desmek’ kaygisi guduyormus. Bu kitap da Ingiliz edebiyatinin ilk gercekci eseri kabul ediliyormus.

Ben tekrar Ingiltere’ye gelirken elimde bu kitap vardi. Suklum puklum binilen ucak, ev bulana kadar mesken tutulan otel, emlakciyi beklerken gidilen guzelim parklarda okundu. Aslinda basta sevmistim de kitabi, iyiligi konu alan bir kitapti bu. Joseph Andrews adinda yakisikli, zeki, her kadinin (i.e. Lady Booby, kahya Slipslop, hizmetci Fanny) asik oldugu bir bas karaktere sahipti.

Gercek su ki, Richardson adli ahlakci bir yazarin Pamela romanini taslama maksadiyla yazmis bu romani Fielding.O yazarken pek eglenmistir eminim ama espriler bana pek gecmedi. Ingilizcesini okusam farkli mi olurdu acaba?

Sorun su ki, surekli seyahat halindeki karakterleriyle sonraki devirlerde gecen bir Don Kisot havasi verdi bana kitap. Ama yine de Don Kisot’u tercih ederim. Joseph Rahip Adams’la gezer, sevgilisi Fanny’e herkes asik olup onu kacirmaya calisir, hikayeye aniden birileri katilir ve ayni hizla hikayeden ayrilirlar. Bir ara Fanny ve Joseph’in odleri kopar “durun, siz kardessiniz!” dediler diye, ama yanlis alarmdir bu. Mutlu son. Herkes icin, ben dahil!

‘Kimi insanlarin akillarindan gecenleri pek kolayca belli ettikleri gibi, kimi kitaplar da isin nereye varacagini pek cabuk ortaya koyarlar. Biz ise oykumuzun bu turden bir oyku olmasini istemedik. Bunun icin de, olaylari birdenbire apacik ortaya cikarmaktansa, teker teker, kucuk kucuk ipuclari ile vermeyi yeg tuttuk; o kadar ki, okuyucunun iki bolum sonrasini dahi tahmin edemeyecegini iddia edebiliriz.’

‘Yapilmak istenilen, alcagin birini alip, onu zaten taniyan, bilen yakinlarinin olusturduklari dar cevreye gostermek degil, butun dunyaya tanitip, onbinlerin, yuzbinlerin gormesini, gorup de onun gibi olmaktan kacinmaya calismasini saglamaktir. Boylece, eserimizi okuyan kisi kendinde de bu tur kotu yanlar goruyorsa, kimselere belli etmeden, kimselere rezil olmadan, daha dogrusu, toplumun kinamalarina hedef olmadan, kendi kendisini iyi eder, kurtulur.’


17 Ekim 2014 Cuma

Le fantome de’l Opera / The Phantom of the Opera / Operadaki Hayalet – Gaston Leroux

‘No, he existed in flesh and blood, though he assumed all the outward characteristics of a real phantom, that is to say, of a shade.’


Tuyler urperten sarkisini herkes bilir Turkiye’de bu operanin. Ama Turkiye’de de dunyada da ona ilham veren ayni adli romani bilenler fazla degildir. Fransiz yazarin ismini daha once duymamistim ben de, duyduguma memnunum simdi. Onsoze gore, annesi bir tren yolculugundayken sancilanip en yakin binaya aceleyle tasininca, gelmis gecmis en unlu korku romanlarindan birini yazacak bir insana yakisacagi uzere bir cenaze levazimcisinin dukkaninda dunyaya gelmis Leroux. Bu da genellikle sen ve nukteli biri olmasina ragmen yazara etki etmis, onu olum ve sonrasiyla ilgili fazlaca dusunmeye sevketmis.

Gelelim romana…Ilk basta her hayalet hikayesinin basinda oldugu  gibi bazi akil almaz seyler operadaki herkesin agzinda dolasmaktadir. Opera dediysem, bildiginiz tum operalari unutun (?), neredeyse yedi sekiz katli, altinda ise birkac  kat bodrumu olan, kendi ahiri, oyuncu odalari vs. hepsi icinde devasa bir yapi. Yazarin ilham aldigi yapi disaridan soyle iste:

Palais Garnier.

Bu operanin mudurleri operayi iki yeni mudure devretmistir. Bunlarin da kulagina arada karanlik koridorlarda gezinen bir siluet calinmis olsa da pek umursamazlar once. Ama kirmizi murekkeple yazilmis ve O.G. (Opera Ghost) diye imzalanmis ve aksamki gosteri icin 5. Locayi kimseye satmamalarini emreden bir mektup alinca kafalari karisir. Nedense bunun eski mudurlerin yaptigi bir saka oldugunu dusunup locayi da bos birakmazlar.
Ama opera calisanlarindan bazilarinin gizemli olumleri, gosteri oldugu bir gece tavandaki dev avizenin kopup duserek birinin olumune sebep olmasi, yetmedi O.G.’nin operada gorevli Madame Giry araciligiyla verilmek uzere onlardan para talep etmesi yeni mudurleri saskina cevirir.

Bu sirada, prima-donna Carlotta’nin kiskancligi yuzunden yildizi henuz parlayamamis olan genc sanatci Christine Daae, operadaki odasinda buyuleyici bir ses duymaya baslamistir. Babasinin anlattigi muzikal efsanelerle buyuyen Christine, bu sesin `the Angel of Music` olduguna inanir. Ses ona muzik dersleri bile vermeye baslamistir!

Bir de gencliginde Christine’in bu masallarla buyudugunu bilecek kadar yakin oldugu ama sonra trajik bir sekilde irtibati kaybettigi Chagny vikontu (kontun kardesi oluyor burda vikont) Raoul geliyor bir aksam Christine’i dinlemeye. Cok sasiriyor, hemen eski baglari kuvvetlendirmeye calisiyor ama karsisinda biraz tuhaf bir Christine buluyor bu kez.
Cokca gerilim, bol bol flashback, takipler, kiskanclik… Dedektifi son bolume kadar ortaya cikmayan polisiye bir romana benziyor. Christine, Raoul’un yardimiyla o ilahi sesin aslinda kotu niyetli bir `insan` oldugunu, onu tiyatronun altindaki golun ortasinda kendi yaptigi eve kapatmak istedigini anliyor. Boylece eski sevdigi geri geliyor, neseyle butun operayi geziyorlar, birlikte kacma planlari yapiyorlar opera binasinin catisindaki Apollon’un Liri onunde:


Ama hayalet o kadar cesur ki, performansinin orta yerinde isiklari sondurup yuzlerce seyircinin onunde kaciriyor Christine’i. Hayalet (Erik)  son derece solgun  ve ailesinin bile bakmaya dayanamadigi cirkin yuzunu gosteriyor ona meshur maskesini cikarip. Christine ona hem aciyor, hem yalvariyor gitmek icin. Unutmadan soyleyeyim, hayata kusmus Erik karakteri, ayni zamanda bir seri katilin ilk edebi tasviriymis.

Uf uf uff!


Baslarda supheyle yaklastigim Persian karakteri Raoul’e yardim ediyor operanin altindaki eve olmeden varabilmesi icin. Cunku hayalet her yeri trap-door’larla bin turlu cinliklerle doldurmus. Efendim, buralarda basliyor debriefing fasli. Meger Persian onu Dogu’dan, bir prensesi eglendirmek icin turlu iskence yontemleri icat ettigi zamandan taniyormus ve hayatini kurtarmis onun. O yuzden O.G.’nin simdiki yaptiklarindan da sorumlu hissediyor kendini. Bu arada yazar, soylediklerine biraz gerceklik cesnisi katmak icin olacak Turkiye’ye de soyle yer veriyor hikayede: Erik Istanbul’a gidip sultanin emrine  giriyor. Yildiz Sarayi’nda `Son Turk Devrimi`nden sonra bulunan butun trap-door’lar, gizli odalar ve kasalari da o yapiyor. Yetmiyor bir  de Sultan’a her acidan benzeyen bir ‘otomat’ yapiyor ki insanlar Sultan bir yerde sanarken o baska yerde olabilsin! Cool story J Konuyla ilgili Mohammed-Ali Bey ile Yunanlilarin Istanbul’a girdiginin ertesi gunu yapilan bir roportaja yonlendiren bir dipnot bile var ama Google istedigimi vermedi.

Neyse, operanin derinliklerine inip yol bulmaya calismalarinin sonunda aksi gibi Erik’in icadi torture chamber’in (iskence odasi) icine dusuyorlar. Ilginc sekilde tasvir edilmis bu odanin biri ugrasip bir taslagini yapmis:

http://talvienkeli.deviantart.com/art/The-torture-chamber-300170779


Bu aynalarla kapli altigen bir oda, icinde daragacina benzeyen bir agac ve yapraklarla tropikal bir ormani andiriyor. Isisi surekli yukseliyor, susuyorsun ve bayilacak gibi olmanin, umutsuzlugun yuzune verdigi acinacak ifadeyi sonsuz gibi gorunen o ormanin her tarafinda goruyorsun. Sukur ki Persian bu odayi daha once de gordugunden Raoul kadar delirmiyor. Gorunmeyen anahtari odanin her karisinda aramaya calisiyor, her yer birbirine benzedigi icin uzun sure ugrasiyor. Erik orada olduklarini anlayip bir de su basiyor uzerlerine. Bu psikopat bir de operanin altini fici fici barutla doldurmus, Christine evlenmeye yanasmazsa operayi havaya ucuracak.

Kiz caresiz, evlenecegini ve evlendikten sonra da intihar etmeyecegini soyleyince Erik, Raoul’u kurtarmaya razi olur. Christine Erik’i oper ve bu opucuk omrunde ilktir hayaletin. Aradan cekilmeye karar verir sonunda, oldugu zaman ise onu Christine gomecektir.

 ‘Poor Erik! Shall we pity him? Shall we curse him? He only asked to be `someone`, like everybody else. But he was too ugly!’




Evet son bir not: Ben Andrew Lloyd Webber’in bu meshur operasina gittim Londra’da, kitabi okumadan once. Hayatimda gorup gorecegim en manyak dekor ve kostumleri gordum muhtemelen ama kitabi okuyana kadar da her seyi anlamamistim. Bunda sacini Marge Simpson’un saci gibi yapip tiyatroya gelen ve onumde oturan kadinin payi buyuktur. 

Simdi de Sari Odanin Esrari'ni bulup okumak lazim!






4 Ekim 2014 Cumartesi

Saatleri Ayarlama Enstitüsü – Ahmet Hamdi Tanpınar


Çok sevdiğim bir arkadaşımdan ödünç aldım bu kitabı İzmir’e gidişimde. Birkaç ay sonra okumaya başladığım bu kitap otobüs yolculukları, yüzme molaları, Bozcaada’da rüzgar güllerinin yanında günbatımları gördü. “Ehh” diyebileceğim iki kitabın ardından “işte bu!” dedirtti bana nihayet.

Hayri İrdal, hayatı boyunca başarısız, “tutunamayan” bir profil çizmiştir. Şans eseri tanıştığı Halit Ayarcı isimli işadamı ise İrdal’ın laf olsun diye dikkat çektiği meydanlardaki, kurumlardaki vs. saatlerin birbirini tutmaması meselesinden koca bir enstitü çıkarır. Hayri’nin çocukluğundan gelen saat merakı, zamanla ilgili felsefi sözler eden ustası saatçi Nuri Efendi, dedesinin cami yaptırmayı ahd edip yaptıramadığı için evlerinde  kalan cami saati Mübarek, hepsi Ayarcı’nın usta ellerinin sıfırdan yarattığı enstitünün prestijini artırma yolunda birer sebep haline gelmiştir.

Hayri’nin eli para görünce, kendini film yıldızı sanan karısı Pakize ona pek düşkün hale gelmiştir. Platonik bir aşkla sevdiği Semra Hanım da onun metresi olmuştur. Sadece Hayri değil, onun etrafındaki herkes bir şekilde bacaklarından tutulup ite kaka yükseltilmektedir adeta. Eşine dostuna Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde  iş verilir, müzikten anlamayan baldızı assolist yapılır. Hiç yaşamamış hayali bir zat olan Ahmet Zamanî hakkında Hayri’ye bir eser yazdırılır.

Halit Ayarcı’nın bu marifetlerini hep şüphecilikle izleyen Hayri, Ayarcı tarafından işe ve kendine inanmamakla tenkit edilse de işlerin nasıl yürüdüğünü anlamıştır artık. İtibar ve takdir görmek için,  gerçekten buna layık olmak gerekmediğini biliyordur o da. O yüzden büyük şahsiyetleri laf cambazlıklarıyla idare eder, saati doğru olmayanlardan ceza toplanacak bir sistem icat eder, enstitü için yeni bir bina tasarlar.
Daha sonra enstitu calisanlari icin yapilacak lojmanlari da onun tasarlamasini isteyen Ayarci, bu kez calisanlarin karsi cikmasiyla bocalar ve yarattigi masala inancini kaybeder. Hayri Irdal’in gelecegini hep hissettigi gunler yakindir artik.

Benim merakim, zevkim, insan ruhunu ogrenmekti. Herkes benim gibi mi, yoksa biraz farkli mi? Bunu ogrenmek icin israr ediyordum. Hayir, onlar da benim gibiydi, hatta daha beterdiler. Hic suphe etmeden hodbindiler. Umumun parasi sarf edilirken o kadar comert, hasbi, kayitsiz sartsiz yenilik taraftari olan, benim eserimle ovunen insanlar, simdi kendi menfaatleri ortaya konunca birdenbire donmuslerdi. Hatta Halit Ayarci’yi bile artik dinlemiyorlardi.”

“Hayir, o baska celiktendi. Bu is icin yaratilmisti. Dusunun bir kere, koskoca Buyukdere’de, bu lokantada, kahve koselerinde yari ac, yari tok omrunu geciren Hayri Irdal’in tabagindaki tek midyeyi bile, yemeye kiyamadigi, tam lezzetine varmak icin onunde tuttugu tek midyeyi bile hosuna gidince almakta tereddut etmiyordu. Ve o boyle yaptigi icin de Hayri Irdal dunyalar kadar mesuttu, yillardan beri kendisini taniyan dostu Doktor Ramiz ona bu yuzden gipta ile bakiyor, adeta onu kiskaniyordu.”

Bir “buyuk” adam burada bahsi gecen. Her ne yapsa, ne kadar somurse o kadar fazla itibar goren. Isin ilginci Hayri Irdal koyun gibi degil, ne duruma dustugunun farkinda olarak bu itibari gosteriyor ona.

“Demek usul bu idi. Evvela muvaffakiyet denen bir sey kabul edilecek, sonra sahibi aranip bulunacak, o tebrik edilecek, bu sefer o, muvaffakiyetin asil karsisindakinin oldugunu iddia ederek ona ayniyle devredecek, oteki cok manali bir kelime ile kendi hissesini ayirdiktan sonra yine geriye verecekti. Boylece uzerinde bu kadar devru teslim, iade ve tekrar muamelesi gectikten sonra bu muvaffakiyetten artik kim suphe edebilirdi? Enstitumuzun kurulmasi bir muvaffakiyetti. Bu, resmen muamelesini gormus bir vakia idi. Artik musterih olabilirdim.”

Yorum gerektirmeyen, buz gibi tesbit!

Halbuki simdi Istanbul’da boyle saatli jartiyer tasiyan binlerce hanim var. Dunyanin en zarif hareketleriyle yolda eteklerini kaldirip saatlerine bakiyorlar.”

Fantastik ve utopik? Gercekci? Hepsinden birer tutam. Bu kitap simdiye kadar okudugum yerli romanlarin hicbirine benzemiyor.

Not: Bu kitabi okuyali hayli zaman oldu. Ama yolculuk hazirligi, otellerde surunme gibi sebeplerden hala blogda iki kitap gerideyim. Umarim yakinda yine gercek zamanli yazilar yazabilirim.


20 Eylül 2014 Cumartesi

Carmen – Prosper Mérimée


Charm” (büyü) kelimesi ile aynı kökten gelen Carmen, aynı adlı şu ünlü operanın ilham aldığı hikayeymiş. Bu operanın en önemli parçalarından biri çok bilinen, özellikle Leyla ile Mecnun isimli dizide bir çok defa arka fonda çalarken duyduğum ve sevdiğim La Habanera:



Operanın ufak bir tanıtımı izlemek bile hayli ilgi çekici iken, ona ilham olan bu hikaye bence hızlı çekim ve göze çarpan bir edebi değeri yok. Fikir güzelmiş, onu kullanıp harika bir şekilde sahnelenen bir eser yapmış Georges Bizet.

Romana dönersek, maalesef burun kıvırdığım  üst üste 2. kitap olacak bu. Don Jose adlı bir İspanyol askeri, yakalanmış bir falcı çingene kızının, Carmen’in  kaçmasına yardım eder. Bu yüzden düştüğü hapishaneden ekmeğin içine saklayıp yolladığı bir bıçakla kaçmasını sağlayan Carmen, Jose’ye haydutluk yapmasını tavsiye eder, serseri dostlarıyla tanıştırır. Sevgili olmuşlardır, ama Carmen hiç sadık değildir. Bir kocası olduğunu ve Carmen’in onu da hapishaneden kaçırdığını öğrenen Jose kıskançlıktan bu kocayı öldürür. Bu ikisi evlenir, bu sefer Carmen bir matadoru aşık tutar. Jose onu ne kadar bataklıktan çıkarmak istese de asi (?) ruhlu çingene kızı “öldür beni” der. Ve ruhu huzur bulsun diye ruhuna Jose’nin okuttuğu dualar eşliğinde, yine onun tarafından hayatına son verilir.

Altın Kalem klasiklerini pek severim de, neredeyse esas hikaye kadar uzun olan ve Mérimée’nin hayatını ve kişiliğini en ince detayına kadar anlatan o sıkıcı önsöz ne oluyor?

19 Eylül 2014 Cuma

Dirilen İskelet – Hüseyin Rahmi Gürpınar


Favori yazarımın favorim olamayan kitabı. Atlas Kitabevi basımı bu kitapta yabancı bir ülkede, bir oturma odasına kulübe içinde, elinde bir fenerle kondurulmuş gördüğü iskeletin benzerini yapmak için mezarlıklardan kemik toplayan Tayfur ve arkadaşı olan doktorun maceraları yer buluyor. Onları korkutmak için keçilere sarık bağlayan ve Gülyabani filmindeki gibi kukla iskeletler oynatıp mezarlıkta ışıklar çaktıran, kahkahalar ve hıçkırıklarla mezarlığı inleten gizemli kişilikler vardır. Yaptıkları soruşturmalarla bunların mezarlık yakınında bir evde oturan Banu Hanım ve tayfası olduğunu anlasalar da bu arada Tayfur Banu’ya abayı yakar.

Kitap yarattığı gizem havasının bana göre hakkını pek veremese de bazı fantastik kısımlar olaya ilginçlik katıyor. Mesela evin hizmetçilerinden, Tayfur’a ümitsizce aşık olan Nasıra’nın karşılık bulamayınca evdeki iskeletle aşk yaşayıp kucaklaşması. Tayfur’un  Banu’nun aşığı olduğunu bile bile evlendikten sonra evine eşantiyon gibi gelip yerleşen adama göz yumması… HRG’nin kendine özgü felsefesini ve hakim olduğu yaygaracı kadın üslubunu yeterince içermeyen kitabımızı rafa kaldırıp önümüzdeki kitaplara bakıyoruz. 

5 Ağustos 2014 Salı

Anne of Green Gables – Lucy Maud Montgomery


İçimdeki çocuk yine beni alt etti de çocukluğumun çizgi filmi Anne’i yad etmiş oldum. Yayıncılardan peş peşe gelen redlerden sonra basıldığında best-seller olmuş kitap. Huzur veren tasvirleri Green Gables’da yaşama isteği veriyor. Hikaye Kanada’nın eyaletlerinden biri olan Prince Edward Island’da geçiyor.

İsmini Anne'den öğrendiğim "buttercup" (düğün çiçeği).
Hayal gücü çok gelişmiş çilli ve kırmızı saçlı kızımız Anne, Marilla ve Matthew isimli kardeşlerin evine evlatlık olarak gelir. Erkek çocuk istemiş olan aile önce ne yapacağını şaşırır. Ama Anne’in on bir yaşına kadar bir kaç aile tarafından istenmeyerek yetimhaneye düştüğünü öğrendiklerinde Green Gables’da kalmasına karar verirler.

Kuzguni siyah saçlar, Cordelia gibi romantik bir isim, kabarık kollu güzel elbiseler Anne’in hayal dünyasının merkezindedir. Oysa Marilla, dinibütün bir Hristiyan olarak onun dış görünüşe takıntılı olmasını istemez, sürekli konuşmasına ise hayret eder. Matthew ise sessiz sedasız, utangaç bir çiftçidir, Anne’in gevezelikleri onun hoşuna gider. Aslında bu iki kardeşe hep acıdım, geç kalmış oldukları çok şey vardı çünkü.

Anne, yakındaki çiftlikten Diana Barry ile arkadaş olur, çevredeki her yere Idlewild, Willowmere gibi romantik isimler verir, kendi uydurduğu perili orman masalına kanıp o ormandan geçmeye korkar, ona “havuç” dedi diye beş yıl Gilbert’ın kafasında yazı tahtasını kırar, pastaya yanlışlıkla merhem koyar, seyyar satıcıdan aldığı boyayla saçını siyah niyetine iğrenç bir yeşile boyar,  Lady of Shallot olmaya özenip boğulma tehlikesi atlatır.

Anne'in oynamaya çalıştığı rolün temsili.
Büyüdükçe güzelleşen Anne’in yaşadığı manevi değişim hızlıdır. Sorumluluk sahibi, daha az konuşan ve daha az fevri bir kız olmuştur artık. Öğretmen okulunu bitirip sanat okulu bursunu kazanır ama hayat fedakarlık yapmasını gerektirecektir. O da bunu yapabilecek karakterdedir. Gilbert’la beş yıllık anlamsız rekabet ve düşmanlığın bitmesiyle hikaye yoldaki dönemece gelmişken biter. 


“Don’t give up all your romance, Anne… a little is a good thing – not too much, of course- but keep a little of it, Anne, keep a little of it.”

21 Temmuz 2014 Pazartesi

Gönül Hanım – Ahmed Hikmet Müftüoğlu


Meb Yayınları’ndan, 1971 basımlı, büyük ihtimalle sonradan ciltlenmiş bir kitap. Türk klasiğidir diye aldım ama ben klasikleşecek bir  yönünü göremedim. Sanki kadınları, aşk romanı okurlarını çeksin mantığıyla konulmuş izlenimini veriyor “Gönül Hanım” ismi. Baş kahraman Tolun Mehmet Bey, Sibirya’da savaş esiriyken tanıştığı Gönül ve Bahadır isimli iki Tatar genci ve Bela Zichy adlı Macar kontu ile birlikte Türk illerini gezmek, Kül Tigin  kitabesini incelemek için seyahate çıkar.

Yazarın –bana göre- kendi düşüncelerini birebir söyletmek maksadıyla oluşturduğu kahramanlardan birinin Harf İnkılabı hususunda görüşleri: “… görünüşte ayrı fakat gerçekte … Yunancadan değiştirilip çıkarılmış Latin alfabelerini kabul etmek de fikir yolundaki ilerleyişimizin eserlerini bir anda yok etmek demek olduğundan, elimizdeki Arabça harfleri dilimize göre ilmi bir surette ıslah ve imlamızı ona göre değiştirmek ve düzeltmek şarttır.

Fikir yolunda bizim dışımızda milletlerin kayda değer ilerleyişini daha kolay takip edebilmemi sağlayan Harf İnkılabı için emeği geçenlere minnettarım ben şahsen.

Gönül Hanım, Kont ve Tolun Bey arasındaki aşk üçgeninden bahsedeyim bir de. İki erkek Gönül’ü sever ama Kont reddedilince alır eline iki yüzük, bunları nişanlamaya kalkar. Bunu yaparken de Turan soyundan geldiği için çok fedakar olduğunu filan geveler. Tolun ise “Vay sen fedakarlık yaparsın da ben yapmaz mıyım, reddediyorum nişanlanmayı” diye horozlanır. Heyecana gel. Sonuçta kitabeleri gezip, Türk şehirlerine dair son derece ansiklopedik tasvirlerle bezeli yolculuğun sonunda Türkiye’ye gelerek evlenirler Tolun ve Gönül.

“Zorlama” ve “didaktik” diye  tanımlayabileceğim bu roman gösterdi ki, Ahmed Hikmet okumak bana göre değil.

17 Temmuz 2014 Perşembe

The Moonstone / Aytaşı – Wilkie Collins

Şu kapağın güzelliğine bak!

Unutulmayacak kadar farklı ve güzel bir kitap. Hintli Ay Tanrısı’nın başında bulunan Aytaşı’nın bir İngiliz’in eline geçmesi ile başlıyor. Dayısının doğum günü hediyesi olarak gönderdiği elmasın aynı gece çalınması ile başlayan giriş bölümü çok akıcı değildi. Birçok detay vardı ve okuyucu olarak dikkatim bir türlü ödüllendirilmedikçe kitap hızlı ilerlemiyordu. Buna rağmen üslup o kadar güzeldi ki ne yapıp edip kitabı geç de olsa bitireceğimi biliyordum J

Elmas evden çalındıktan sonraki olaylar hızlıca gelişti. Olaylar evin kahyası Betteredge, kendini hayır işlerine adamış dinibütün Miss Clack, Rachel’in kuzeni, elması Rachel’a ulaştıran Franklin Blake, eve olayı çözmesi için çağırılan dedektif Cuff, doktorun asistanı Ezra Jennings  tarafından 1. ağızdan anlatııyor. Collins izlediği bir davada kişilerin birbiri ardına yaptığı konuşmaların bütün olayın çözümünde kanıtlar zincirini nasıl tamamladığını görüp aynı yöntemi romanda kullanmış. Bir boya izinden, o boya izinin sürüldüğü geceliğin yakalanmamak için dikilivermiş kopyasından, Mrs Yolland’dan alınan iki hurda zincirden ne olaylar döndü ne olaylar J

Collins kayıp elmas hikayesinin aslında gerçek örneklerinden ilham aldığını söylüyor. Mesela Rus kraliyet asasındaki kocaman taş (the Orlov Diamond) bir Hint tanrısının gözüymüş aslında.

The Orlov Diamond.

 Bir de bilinen en büyük elmas olan Koh-i-Noor’u (Işık Dağı) öğrendim bu sayede. Wikipedia’ya göre Hintlilere ait olan bu kutsal mücevher savaştan sonra İngiliz yöneticiler tarafından ele geçirilmiş. 1850’de Kraliçe Victoria’ya sunulan bu elmas halen kraliçenin tacındaymış. Hindistan elmasın geri verilmesi için defalarca ricada bulunmuş ama David Cameron daha 2013’te “Elmas İngiltere’de kalacak” diye kestirip atmış.

Kraliyet tacına iliştirilmiş Koh-i-noor.
Romanın baş anlatıcısı kahya Gabriel Betteredge (Betteredge ne güzel bir isimdir ya J ) Olaya hep hanımefendi, beyefendi değil böyle kahya, hizmetçi  gözünden de bakabilmek güzel. Betteredge bir şeye canı sıkılınca hemen Robinson Crusoe’yu açıp karşısına neyin çıkacağına bakıyor. Soğukkanlı görünmeye çalışsa da Sergeant Cuff işin içine girince “detective-fever” dediği hastalık onu da sarıyor J Bazen anlatacağı birşeyden önce okuru hazırlaması var ki çok sevimli:

“Dikkatli dinleyin, yoksa hikayenin biraz derinine indiğimizde kafanız başka yerde olacak. Çocukları, akşam yemeğini ya da yeni şapkanızı, her şeyi çıkarın aklınızdan... Umarım cüretimi yanlış anlamazsınız; sevgili okuyucunun ilgisini çekebilmenin tek yolu bu. Tanrım! Sizi elinizde en büyük yazarların kitaplarıyla görmedim mi; ve insanlar değil de kitaplarsa dikkatli olmanızı isteyen, dikkatinizin hemen dağılmaya hazır olduğunu bilmez miyim?”

Collins’in muzipliğini bu sefer Sergeant Cuff suretinde gösterdiği bir bölüm: Betteredge, Rosanna Spearman’ın tuhaf davranışlarını Cuff’a açıklamak için “Bay Franklin’e gönül verme deliliğinde bulunmuş” diyecek olur. Cuff ise “Çirkin bir kız ve sadece bir hizmetçi olmak deliliğinde bulunmuş demeniz gerekmez miydi? Franklin Blake’in görünüşü ve karakterinde bir insana aşık olmak bana delilikmiş gibi gelmiyor.”

Rachel’ın kendi elmasını çalmış süsü vererek sakladığını ima etmesi üzerine Sergeant Cuff, Betteredge’ın gözünden düşer: “Her şeyin en iyisinin ona servis edilmesine özen gösterdim. Bu iyi şeyler o an boğazına dursaydı üzülmezdim.”

Betteredge’dan sonra kalemi Miss Drusilla Clack alıyor. Karikatür gibi bir karakter olan bu hanım teyzesi Lady Verinder ile Rachel Londra’ya taşındığında onlara sık sık gidiyor. Teyzesi hastalanınca onu bu ehl-i keyif hallerinden kurtarmak için bir sürü kitap götürüp evine bırakan, Rachel’in diğer kuzeni “hayırsever” Godfrey Ablewhite’ı bir kahraman kabul eden Clack, Betteredge’ın aksine Rachel’dan “geçimsiz, tuhaf, güzel bile değil” diye bahsediyor.

Collins, kadın karakterleri Viktorya döneminin ortada hayalet gibi gezinen, nezaketten ve etiketten kırılacak kadın prototipinin dışına çıkarmış. Rachel Verinder, merak ettiği bir şeyi doğrudan soruyor, kızdığı bir insana doğrudan sövüyor. Rosanna Spearman mesela, eskinin becerikli hırsızı, sonra Verinder malikanesinde hizmetçi oluyor. Franklin Blake’e olan aşkı karşılık bulmayınca hiç olmazsa onun suç ortağı olmaya çalışıyor.

Kitap, ana hatlarından bahsetmek için bile fazla uzun ama ben onu iyi bir dedektiflik hikayesi yapan bazı detayları sıralamak istiyorum. Mesela, Franklin Blake’in boya sürülmüş geceliği Rosanna sayesinde ele geçirip geceliğin etiketinde (?) kendi ismini okuyuncaki şaşkınlığı, kendi isminin bir insanın karşısına böyle düşman gibi dikilebilmesi. İngiltere’nin en iyi dedektifi Cuff’ın  ilk tahmininde değil, ikinci tahmininde hırsızı bulması, Rachel’ın bu 2. ve doğru tahmin olan Godfrey Ablewhite’a insanlar haksız yere onu suçlamasınlar diye kağıt imzalayıp vermesi... Yine önemli bir nokta, bazı  denemelerin bir sonuca ulaşmaması veya planlandığı gibi gerçekleşmemesi: Romana aniden giriş yapan doktorun asistanı Ezra Jennings, Collins’in bir izdüşümüymüş. (Collins tıpkı Jennings gibi ağrılarını bastırmak için afyon kullanarak bitirmiş the Moonstone’u yazmayı). Ezra Jennings’in planına göre Franklin Blake’e daha önce Dr. Candy’nin verdiği gibi afyon verilirse, Blake bu sefer taklit elması alacak ve diğerlerinin gözü önünde onu kendi odasında bir yere, daha önce gerçek Aytaşı’nı sakladığı yere saklayacaktır. Franklin elması alır, ama yere düşürür ve uyuyakalır bu sefer. Olur ve olmalı böyle şeyler, değil mi? J Ama önemli olan Franklin’in Aytaşı’nı afyon etkisindeyken aldığının Ezra tarafından ispatlanmış olması.

Franklin ve Rachel için mutlu son. Hintliler için de mutlu son. Gerçek hayatta İngiltere Koh-i-noor’u  vermeye yanaşmasa da, Collins’in kurgusunda Aytaşı Ay tanrısının alnındaki yerini alıyor. Collins de benim mutlaka okunacaklar listemdeki yerini sağlamlaştırıyor.


Küçük not: Bu Hint tarihinden kesitler içerisinde Gazneli Mahmut diye düşündüğüm bir “Mahmoud of Ghizni”nin Somnath şehrini yakıp yıktığı geçiyor.