8 Mayıs 2014 Perşembe

Peony / Şakayık – Pearl Buck

Ne güzel bi kapak bu böyle!

Aslında Pearl Buck’a Nobel ödüllü “Ana” romanıyla başlamak istiyordum ama bir arkadaşıma ödünç verdim onu. Üzerinde basım tarihi göremediğim bu kitap Güven Yayınevi’nin Şaheser Romanlar’ından. Vahdet Gültekin’in güzel çevirisiyle kolayca okunup bitti. Yalnız baş karakterin adını Türkçe’ye çevirmek işgüzarlık gibi geldi bana. Yani ismin anlamı önemli de, bir dipnotla belirtilse ve hikayenin içinde “Peony” olarak anılsa daha iyi olmaz mıydı?

Bu arada şakayık konusunda bir aydınlanma yaşadım J Ben şakayık’ın “şakımak”tan geldiğini sanarak bir kuş türü olduğuna neredeyse emin gibiydim. Oysa Çin diyarlarında çokça görülen bir çiçek cinsiymiş. Gün geçmiyor ki yeni bir şeyler öğrenmeyelim.



Gerçekten hoşuma gitti bu kitap. İlginç diyalogları, baymayan tasvirleri ve o kadar iddiasız görünmesine rağmen romanın ortalarında Lea’nın yaşattığı şaşkınlık… Şeftali bahçeleri, öğlen uykuları, gece gündüz içilen pirinç çorbaları, ay aydınlığında gölde gezintiler J

Şakayık isimli halayık, Yahudi bir ailenin yanında çalışmaktadır. Neşeli, becerikli, güzel ve zeki bir kız olan Şakayık, evin tek oğlu David’i sever. Ama aşkının hiç karşılık bulamayacağından da emindir. Çünkü bay Ezra iş ilişkilerinde faydası olur diye oğlunu esnaftan bir Çinlinin kızıyla evlendirmek ister. Dominant annesi bayan Ezra ise hahamın kızı Lea ile evlenip Yahudilerin kutsal kanını muhafaza etmesi yönünde baskı yapar. Yani kitapta bir ırk meselesi var. Bu meseleyi Buck’ın ele alışı çok gerçekçiydi. Yahudilerin kutsal ırk olduğunu iddia etmedi. Kitapta Yahudiler “Çinliler bize kötü de davranmıyor, öyleyse biz neden sürekli azalıyoruz?” diye kendilerine soruyor.  Bayan Ezra dışında hiçbirinin  “vadedilmiş topraklar”a gitmek gibi bir isteğinin olmaması istemeyi  başkalarından öğrendiğimiz her şey konusunda samimi olamayacağımızı gösteriyor.

Şakayık David’in Çinli  kızı Kueylan ile evlenmesini ister çünkü o zaman kendisi ömür boyu onların hizmetinde kalabilecektir. Bu yüzden kendilerinin yazmaya bile zahmet etmediği şiirleri  onların ağzından yazıp ikisinin arasında getirip götürür. Ne istediğini pek kendi de bilmeyen David, Lea ve Kueylan arasında gidip gelir. David’in milliyetçilik damarları kabardığında ona yakınlaştığını hisseden Lea, bunun geçici bir şey olduğunu anlayınca umutsuzluğa kapılarak canına kıyar. David Kueylan’la evlenir.

Romanın buradan sonrası hızlı çekim gibi. Aile babası David, Şakayık’a başından beri aşık olduğunu itiraf eder. Onun 2. eşi olabileceğini bilse de bunun mutluluk getirmeyeceğini düşünen Şakayık kendini Budist manastırına kapatır. David’e kızgın değildir, David ise onunla olamamasına rağmen mutsuz değildir. Bazen olur böyle şeyler, değil mi?

“Birinden nefret etmek insanın kendi içine kurt koyması demektir. Hayatını kemirir.”    

“Gölün dibi karanlık, durgundu ama, üstünde nilüferler yetişirdi; işte Şakayık bu çiçekleri toplıyacak, suların dibindeki karanlığı aklına getirmiyecekti.”





2 Mayıs 2014 Cuma

La Dame aux Camélias / Kamelyalı Kadın – Alexandre Dumas fils


Alexandre Dumas’nın  gayrimeşru oğluymuş yazar, ben aynı kişi sanıyordum okumadan önce. 1972 basımı Altın Klasikler’den olan kitap güzel bir Nesrin Altınova çevirisi ile de korunan çok akıcı bir üsluba sahipti. Kibar fahişeleri gerek Balzac, gerekse Zola bol bol konu ettiğinden bazı yönlerden tanıdık geldi kitap. Fransız insanının 19. yüzyıldaki genişliği bu yönlerden en önemlisiydi J

Yeşilçam filmlerinde bile çokça işlenip yalama olan düşmüş kadını o hayattan çekip çıkarma fikri kitabın merkezinde. Ama o fikri çok daha ilgi çekici bir kurguyla sunduğu için yazara minnettarım. Kamelyalı Kadın’ın (Marguerite Gautier), o zamanın en önemli piyasası olan tiyatroların müdavimi, elinde daima bir kamelya buketi taşıyan fettan kadının ölümüyle başlıyor roman. 

Kamelya çiçeğinin böyle göründüğünü bu kitaba kadar bilmezdim.
Onu bu hayattan çekip kurtarmaya çalışmış ve başarılı olamayınca yakın arkadaşlarından birini metres edinerek ona eziyet etmiş Armand Duval, son nefesinde yanında olamamanın acısıyla onu son bir defa görmek istiyor. Mezarını başka yere naklettirme bahanesiyle açtırıp, hiç de romantik olmayan o kaçınılmaz manzarayla karşılaşıyor. Bu şok tedavisinin ardından da sergüzeştini yazara anlatıyor.

Bu sergüzeştin bana en ilginç gelen yanı, dediğim gibi geniiiiş Fransız kültürü. Armand’ın maçoluk ve -daha iyi bir kelime aklıma gelse de-   hoşgörülülük arasında gidip gelmesi:

“Marguerite’i tanıyalı henüz otuzaltı saat olmuştu. Sadece yirmidört saat önce aşığı olmuştum, bir de kalkıp alınganlık pozları takınıyordum. Benim için bölüşmesinden mutluluk duyacak yerde, her şeye tek başıma sahip olmak, geleceğinin geliri olan geçmişinin ilişkilerini birdenbire koparmaya zorlamak istiyordum.”

Marguerite’in Armand’ı başlangıçta, sofradan öksürük nöbetiyle kalkıp gittiğinde peşinden gelen tek kişi olduğu için sevmesi. O kadar sevdiği kadına Armand’ın  ardı ardına vurduğu darbeler. Ölen kızına benzettiği Marguerite’e yaşayışını düzeltmesi için yardım eden ama hayal kırıklığına uğrayan yaşlı dük. Bir de Prudence Duvernoy karakteri J Köpek balığının yancısı küçük balıklar gibi Kamelyalı Kadın’ın peşinden ayrılmadı, ta ki para sızdıramayacağını anlayana dek.
Armand’ın babasının konuşmalarına dayanamayan Marguerite, onu terk edip yalnız günlerini ölüm döşeğinde geçirirken şunları yazar:

“Doktorların bütün dediklerine rağmen, -çünkü başımda birçok doktor var, bu da hastalığımın arttığına bir işarettir- artık ölmek üzereyim. Onun için şimdi babanızı dinlediğime hemen hemen pişman oluyorum. Geleceğinizden sadece bir yıl alacağımı bilmiş olsaydım, o yılı sizinle birlikte geçirme isteğine karşı durmazdım. Böylece hiç değilse, candan bir dostun elini tutarak ölürdüm. Yalnız şurası bir gerçek ki, eğer o yılı birlikte geçirseydik, bu kadar erken ölmezdim.”

Mark meleği.

Dipnot: Giuseppe Verdi’nin La Traviata’sına ilham kaynağı olmuş bu roman.  La Traviata tarafımdan “Maark Maaark mis  gibi evimiz Maaark Maaark parlasın tertemiz” güftesi ile  bilinir.