26 Aralık 2013 Perşembe

Sei Personaggi in cerca d’Autore / Six Characters in Search of an Author / Altı Şahıs Yazarını Arıyor – Luigi Pirandello


Elimdeki kitap, 1958 basımı, saman kağıdının artık samanlarına ayrılmaya başlamış hali… Ama ne çıkar J Yazıları hala okunuyor ya… Pendik Halk Kütüphanesi’nden gelip beni bulmuş. Şu kütüphaneler eski kitaplarını ne ara dağıtıyor bi bilsem! İnşallah kiloyla satmıyorlardır.

Alacakaranlık Kuşağı’nın eski sezonlarında  “Altı Karakter Bir Çıkış Arıyor” diye ilginç bir bölüm vardır. Bu bölüm hakkında internette bir şeyler okurken bölümün isminde bu oyuna gönderme yapıldığını öğrendim. Bir okuyayım dedim…

Evet, fikir ilginç… Pirandello’nun kafasında altı karakter beliriyor ve sürekli karşısına çıkarak hikayelerini yazması için ona baskı yapıyorlar ama bu onun ilgisini çekmiyor. O zaman bari bunların kendilerinin oyununu yazacak bir yazar aramalarının oyununu yazayım diyor. Fikrin ilginçliğinden sonrası benim için biraz su götürüyor işte… Kısa oyundu, bi çırpıda bitti falan ama “amma da felsefe yapmışsın ha Luigi” dedim. Yok “biz sizden daha hakikiyiz çünkü  bu oyun dışında başka bir hakikate malik değiliz” demeler;  yok kendini oynayacak aktörü beğenmeyip “o ‘ben’ olamaz ki” diye yakınmalar…

Kitap bitip önsözünü okuduğumda ne göreyim! (Beğenmediğim kitabın önsözünü bile okuyacak kadar takıntılı olduğum gerçeğinden başka) Pirandello’nun olayı buymuş zaten; o, “kalblerden çok kafalara hitap etmek istiyen bir düşünür”müş. Eee, sen düşünüyorsun da bakalım biz o kadar derin düşünebiliyor muyuz Pirandello? Var mı şöyle bana göre, daha hafif bi şeyler?

25 Aralık 2013 Çarşamba

Ottsı i Deti / Babalar ve Oğullar – İvan Sergeyeviç Turgenyev



 Evet, kapağında “Babalar ve Çocuklar” yazıyor; evet, birebir çevirisi de o ama bu romanın adı benim için uzun yıllardır  “Babalar ve Oğullar”. Bu yüzden başlığı da o şekilde attım.

Beni “nihilist” kelimesiyle ilk tanıştıran kitaptı bu. Ne var ki kötü çeviriden bunalıp yarıda bırakmıştım. Elimdeki kitap ise 1963 yılında Remzi Kitabevi’nden ve Hasan Ali Ediz çevirisi olması nedeniyle elden bırakmak şöyle dursun, keyifle okudum.

Büyük Rus romancılarının en Avrupai olanı Turgenyev.

Nikolay Petroviç’in oğlu Arkadi, üniversiteden dönüşte köyüne Bazarov adlı arkadaşını getirir. Bazarov’un her şeyi inkar eden sıra dışı bir delikanlı olduğu hemen anlaşılır. Arkadi’nin kibar ve aşk acısı çekmiş ihtiyar bir delikanlı olan amcası Bazarov’a sataşmaya çalıştıkça beriki hiç sallamaz, cool cevaplar verir. Hem zeki, hem eğitimli ama büyükler ve soylularla konuşurken bile pervasız olması yönüyle Yevgeni (Bazarov) “karizmatik” bir karakterdir. Arkadi’de ise nedense bir ergenlik, yancılık gözlemledim; Sitnikov denilen karikatür tip kadar olmasa da bir “çekirge” edası ile ustasına tabidir çoğu zaman.

Arkadi’nin, zengin ve kafası karışık dul Odintsova ve Bazarov’un ailesinin evleri arasında yapılan yolculuklar okuyucunun gözü önüne farklı ama bazen de benzer bölümler açmaktadır. Odintsova başta iki oğlanı da büyülemişse de Arkadi onun için fazla ergen olduğunu çabuk anlar ve onun çekingen kardeşi Katya’ya yönelir. Bazarov’un Odintsova’ya olan hislerine sevgi diyebileceğime emin değilim; romantik görünmekten ölesiye korkuyordu, sonunda da zaten nihilist görünerek…

Bazarov, Nikolay Petroviç’in beraber yaşadığı Feniçka’nın da aklını çelmeye çalışıyor ama  Pavel Petroviç cengaverlik yaparak onu düelloya davet ediyor. Sahi, yazarlar romanlarda geçen her düelloya  “o sabah gökyüzü şöyleydi, kuşlar böyleydi” diye biraz sonra birinin öleceği ve bunun da onun göreceği son sabah olduğunu anlatmak istercesine bir “o sabah” tasviriyle başlamazlar mı? Neyse düellonun sonucunda yaralanan amca duruma el koyarak Nikolay’a ‘gel evlen şu kızla işler karışmadan’ diyor. Yoksa Bazarov bir loser mı? Yoksa kaybetmek umurunda mı?

Kitabın uzuuun önsözünden öğrendiğime göre bu roman uzun süre “babacılar” ve “oğulcular” arasında tartışmalara sebep olmuş. Turgenyev’in hangi gruba girdiği de belli değil zaten, belki de kitabı bu kadar güzel yapan da bu. Ben ise daha çok babaların –ve Bazarov’un annesinin- tarafını tuttum. Çok sevilesi insanlardı bence; anlayışlı, bilgili ve özenli. Toprak köleliğinin kaldırılacağı sırada topraklarını köylülere dağıttılar. Oğulları burnunun dikine giderken hiç yakınmadılar, üç senede bir kere gelse de yolunu gözlediler. Ve kitabı okuduktan sonra kapağını incelerken, öncesinde az bir görüp birlikte yürüyen bir baba ve oğul zannettiğim ikilinin aslında oğullarının mezarı başında duran Bazarov’un anne ve babası olduğunu fark ettim. Kapakta kitabın sonuna dair spoiler olabilecek bir resim kullanmalarına mı üzüleyim, yoksa algımın kitap bitmeden bu durumu seçememesine mi sevineyim.

Son bir not: Romanda benim çok hoşlandığım bir şey var. Yazar romanı bitirmeden önce tüm karakterlerin “şimdiki” halleri  hakkında bilgi veriyor. Galiba başka romanlarında da yapıyormuş bunu.

Hiçbir şeye kafasını takmayan gencin romanından:

“Nihilist hiçbir otorite önünde eğilmiyen,  ne kadar saygı değer olursa olsun hiçbir prensibe inanmayan adam demektir.”

“Hayır dostum, bütün bunlar şımarıklıktır, saçmalıktır. Hem, kadınla erkek arasındaki esrarlı münasebetler de neymiş? Biz fizyologlar, bu münasebetlerin ne olduğunu biliriz. Gözün anatomisini iyice bir incele bakalım: senin deyimince o esrarlı bakışlar filan nereden geliyor? Bütün bunlar romantizmden, saçmalıktan, kokmuşluktan, edebiyattan başka bir şey değildir. İyisi mi biz böceği görmeye gidelim.”

“Şaşırmış olan Pavel Petroviç:
-          Nasıl hiçbir şey ispat etmez, diye mırıldandı, demek ki siz halka karşı geliyorsunuz?
Bazarov:
-Böyle olsa da ne çıkar? dedi, gök gürlediği zaman halk, İlyas Peygamberin arabasiyle gökyüzünde dolaştığını söyler. Bundan ne çıkar! Ben de bunu kabul edeyim mi yani? Sonra halk Rus da ben Rus değil miyim?”

“Eskiden gençler okumak zorunda idiler. Cahil diye tanınmamak için ister istemez çalışmak zorunda idiler. Şimdi ise: Dünyada her şey saçmadır! demeleri yetiyor, bundan sonra da her kapı onlara açılıyor. Gençler tabi bu işe seviniyorlar… Gerçekten de, eskiden bunlar sadece birer cahildi, şimdi ise birer nihilist olup çıktılar.”
(Pavel Petroviç)

“ Ağabeyim, bizim haklı olduğumuzu söylüyor. Her türlü gururu bir yana bırakarak, bana da, biz onlardan gerçeğe daha çok yakınmışız gibi geliyor. Ama, öte yanan bizde olmıyan bir şeyin onlarda olduğunu, bize göre bir üstünlükleri bulunduğunu da hissediyorum. Gençlikleri mi? Hayır, yalnız gençlikleri değil… Sakın onların bu üstünlükleri, onlarda derebeylik izlerinin bizden daha az oluşundan ileri gelmesin?”
(Nikolay Petroviç)

“Mesela sen bugün bizim muhtar Filip’in evi önünden –gerçekten de beyaz, güzel bir evdir- geçerken: Yurdumuzda son köylünün evi de böyle temiz ve beyaz olduğu zaman Rusya’mız, gelişmenin son kertesine varmış olacak… Hepimiz de buna yardım etmek zorundayız, demiştin! Bense, uğrunda böylesine didinmek zorunda kaldığım ve kendisinden en küçük bir teşekkür bile duymıyacağım bu son köylüden – o ister Filip, ister Sidor olsun- nefret ediyorum. Hem onun teşekkürüne de benim ihtiyacım yok. Köylü beyaz kulübede oturacak, benim mezarımda da ısırganlar bitecek… Sonra ne olacak?”

“…güçlü olmasına, güçlüyüm, bütün gücüm henüz yerinde ama, gel gelelim ölmek lazım! Yaşlı bir insan yaşamaktan usanacak kadar vakit bulabilir… Ama bana gelince… Gel de ölümü inkar et bakalım. O seni inkar eder ve tamam!.. Orada ağlıyan kim? Annem mi?.. Zavallı kadın!.. O harikulade borşç’lariyle şimdi kimi besliyecek?.. Ya sen Vasili İvanoviç, galiba sen de ağlıyorsun?.. Elden ne gelir, Hıristiyanlık yardım etmiyorsa, filozof ol, stoik ol! Hem sen filozofluğunla övünmüyor muydun?..”

“Kendilerini oğullarına, onun anılarına daha yakın duydukları bu yerden bir türlü ayrılamazlar… Dualarının, göz yaşlarının boşa gitmesi mümkün mü?.. Kutsal bir sevginin, fedakar bir sevginin sonsuz bir gücü olmaması mümkün mü?.. Oh, hayır!.. Bir mezarda gömülü olan yürek ne kadar ihtiraslı, ne kadar günah işlemiş, ne kadar isyancı olursa olsun, üstünde biten çiçekler bize, masum gözleriyle sakin sakin bakarlar.”


15 Aralık 2013 Pazar

Cousin Phillis – Elizabeth Gaskell


 Şu kitabın güzelliğine bak ya! 1910 basımı, siyah-beyaz ve renkli çizimlerle dolu, harika bir kitap bu elimdeki. Renkli resimlerin arka tarafı yine boş. Şeytan diyor kopar hepsini çerçeveleyip duvara as J


Hikayeyi anlatan, Phillis’in uzaktan kuzeni Paul Manning. Phillis’in yaşadığı köye yakın bir kasabada işe giren Paul, ailesinin ricası üzerine bu kuzeni ziyarete gider. Bu güzel kız  hem bir papaz hem gayretli bir çiftçi olan babasının yeni şeyler öğrenmeye olan tutkusunu paylaşmaktadır. Gerçek hayatta birbirini seven insanlarda nadiren gördüğüm birbirini “idare etme” durumu da bu noktada hikayede yer bulur. Anaç bir ev hanımı olan anne, baba kızın sürekli meşgul olduğu demir yolları, Latince vs. entel dantel konularda dışlanır gibi hissettiğinde baba hemen fark edip konuyu elma fidelerine, saman balyalarına vs. değiştirmektedir.


Ne diyorduk… Paul kızın farklı ve üstün olduğunu fark eder; hatta ilk tanıştıklarında “keşke ben de Latince bilseydim, keşke Phillis’ten daha uzun olsaydım” diye geçirir. Ama bu fark ediş bir aşkla sonuçlanmaz ve onunla evlenmesini isteyen babasına karşı çıkar çünkü kızın kendisi ile evlenmesinin en başta ona haksızlık olacağını düşünmektedir. Tam da bu yüzden Paul ve Phillis yakın arkadaş olurlar.


Phillis gözümün önünde… Sarı saçlarıyla, beyaz teniyle, mütevazi elbisesiyle eğilmiş, bahçede bezelye toplamaktadır. Paul ziyarete gelmiş ama yanında hayat dolu ve zeki genç patronu Holdsworth vardır. Bu Holdsworth tam kibar tavırları ve bilgisiyle ailenin kalbini çalmışken apar topar (?) Kanada’ya gitmesi gerekir. Giderken  Phillis’i sevdiğini ve iki yıl sonra dönüp onunla evlenmek istediğini Paul’e söyler. Phillis onun gittiğini öğrendiğinde o kadar üzülür ki, Paul daha fazla sararıp solmasın diye Holdsworth’un niyetini ona açar.


Ama işte… Keşke o Holdsworth Kanada’da başka bir kız bulup evlenmeseydi… Yirmi küsür sayfalık önsözde belirtildiği gibi, aslında kitabın güzelliği suçu tamamen tek bir kişiye yüklemenin mümkün olmaması. Phillis sessiz sessiz kıvranıyor, yatağa düşüyor ama asıl suçlu olduğunu düşünebileceğimiz Holdsworth’un Phillis’in sönen umutlarından haberi yok. Bunun yanında Paul işgüzarlık ettiği için, anne ve babası ise Phillis’in büyüdüğünü ve aşk acısı çektiğini fark edemedikleri için suçlular. Neyse ki yufka yürekli yazarımız kızı o ölüm döşeğinden kaldırıyor.


Son bölümde dikkatimi çeken bir diyalog Phillis hasta yatarken babası ve evlerine gelen iki papaz arasında yaşanıyor. Bu iki işgüzar sanki kız ölmüş gibi “İbrahim’i örnek al, o da tek çocuğunu seve seve kurban etmeyecek miydi? Tanrı verdi, Tanrı aldı demelisin. Hem Tanrı, çiftlik işleriyle çok uğraşıp onu ihmal ettin diye alıyor kızını.” gibi teselli ederken aslında Çehov hikayelerine yakışır bir absürdlüğe ulaşıyorlar. Tevekkülle salaklık arasındaki çizgi ne kadar kalındır acaba?


Neler olmuş:

“I thought I saw Phillis’s white lips moving, but it might be the flickering of the candlelight- a moth had flown in through the open casement, and was fluttering around the flame; I might have saved it, but I did not care to do so, my heart was too full of other things.”

“I could fancy how he had tossed aside such brotherly preachings in his happier moments; but now his whole system was unstrung, and “resignation” seemed a term which presupposed that the dreaded misery of losing Phillis was inevitable. But good stupid Mr. Robinson went on.

-          We hear on all sides that there are scarce any hopes of your child’s recovery; and it may be well to bring you to mind of Abraham: and how he was willing to kill his only child when the Lord commanded. Take example by him, Brother Holman. Let us hear you say, ‘The Lord giveth and the Lord taketh away. Blessed be the name of the Lord!’ ….


-          God has given me a great heart for hoping, and I will not look forward beyond the hour… Brethren, God will strenghten me when the time comes, when such resignation as you speak of is needed. Till then I cannot feel it; and what I do not feel I will not Express; using words as if they were a charm."

11 Aralık 2013 Çarşamba

Lettres de mon Moulin / Değirmenimden Mektuplar – Alphonse Daudet




1990 yılında İnkılap Kitabevi tarafında basılmış bu kitapta sık sık siyah-beyaz resimlere yer verilmiş. Alphonse Daudet daha önce okuduğum bir yazar değildi, bunu okumamın nedeni ise “klasik” olmasıydı. Beni pek sarmadı ama yine de söyleyecek birkaç şeyim var.


Kitabın en hoşuma giden tarafı Paris’i (ya da herhangi bir büyük şehri) bırakıp tabiata daha yakın olmak için, üstelik de Alplere bakan bir yamaçta eski bir değirmene yerleşme fikri. Daudet bunu yapmış, güzel güzel de anlatıyordu orada geçen ilk günlerini ki kitap “değirmenimden masallar” boyutuna geçti. Benim hayal gücümden çok şey bekleyen kitapları sevemiyorum belki. Çocukken okusam daha farklı olabilirdi.

Değirmenin ele güne rezil olmamak için buğday bulamayınca toprak öğüten eski sahibi Cornille Usta’nın hikayesi güzeldi. Ama sonra durduğu yerde durmadı ki yazar; Cezayir senin Korsika benim dolaştı. Kitabın sonunda ise Paris’in gözünde tüttüğünü söyleyerek “doğa da bi yere kadar demek ki” dedirtti.

Kalanlar:

“Of, zavallı bizler, zavallı insan kalpleri… Hor ve küçük görmenin bile aşkı öldürememesi ne kötü şey…”

“Dünyada beyinleri sayesinde geçinen zavallı insanlar vardır. Bunlar hayatın en önemsiz şeylerini, özleri pahasına, hep saf altınla ödemeye mahkumdurlar. Bu onlar için günlük bir acıdır.”



9 Aralık 2013 Pazartesi

Bicentennial Man and Other Stories – Isaac Asimov


4-5 yıl önceydi. StumbleUpon karşıma bir “Best 100 Sci-fi short stories”  listesi çıkarmıştı. Listedeki hikayeleri ilk sıradan itibaren buldum, birçoğunun pdf’si vardı zaten. Bilimkurgu okuyacaksam, demiştim, bari en güzellerini okuyayım. 20 kadarını okudum da, kimisi kısa roman uzunluğundaydı. Ama harika şeyler vardı aralarında; Daniel Keyes’dan “Flowers for Algernon” gibi…

O harika şeylerden bazıları da Asimov’a aitti; haliyle “daha başka?” diye sormama yetmişti. Daha başkalarını bana sunan bu kitap 1977’de basılmış. En güzel tarafı ise hikayelerden önce ve sonra yer alan Asimov’dan parçalar. Hikayenin yazılış, basılış öykülerini anlatmış, ilgi çekici detaylar vermiş. Bu da sanki hikayeleri bana kendisi anlatıyormuş hissini verdi.

Kitap hakkında hikaye hikaye birkaç söz:

Female Intuition:

Robot hikayelerinden biri. Dahi ve alaycı müdür Susan Calvin US Robots’daki görevinden ayrılıyor, yerine Madarian adlı başka bir “robot psikoloğu” geçiyor. Bu arkadaş hemen “ürettiğimiz robotlar hep sınırlı fonksiyonlara sahip, neden yeni bir robot yapıp onun beynini de insan beyni gibi “öngörülemez” hale getirmiyoruz?” diyor. Böyle bir robotun yaşanabilir bir gezegen bulmak için hesaplamaları insanlardan çok daha hızlı ve önyargısız şekilde yapabileceğini savunuyor. İnsanların gözünü korkutmamak için de bu yeni modelin önsezileriyle hareket eden  dişi bir robot olacağını söylüyor. Jane adını verdiği robotla gözlemevine gidip onun etrafında geçen her şeyi gözlemlemesini sağlıyor. Fakat, tam da Jane olası yaşanabilir gezegenleri tesbit etmişken ve Madarian’la birlikte US Robots’a geri dönerken… uçağa bir meteor çarpıyor ve puff! İnandırıcı gelmedi mi? Şirkettekiler şanssızlıklarına dövünürken içlerinden biri Susan’ı aramayı akıl ediyor ve Susan olayı kadınlara has önsezisisiyle çözüyor J

“   -  If we arrange to have the Principle just sufficiently prominent to allow the crossing of paths unpredictably-
     - We have an unpredictable robot.
      - We have a creative robot. said Madarian, with a trace of impatience.”

“       - If women start getting the notion that robots may look like women, I can tell you exactly the kind of perverse notions they’ll get, and you’ll really have hostility on that part.

-          Maybe you are right at that. No woman wants to feel replaceable by something with none of her faults. Okay.” (Madarian)

“ You men. Faced with a woman reaching a correct conclusion and unable to accept the fact that she is your equal or superior in intelligence, you invent something called feminine intuition.” (Susan)

Waterclap:

Bu hikayenin en ilginç yanı, “outer space”  (dış-uzay), yanında “inner-space” (iç-uzay) kavramını da içinde bulundurması. Ay’da Luna City isminde bir şehir kuruluyor, okyanus dibinde ise Ocean-Deep adlı daha küçük bir istasyon kurulmuş. Bu ikisinin yapabileceği harcamalara Dünya’daki Planetary Project Council karar veriyor ve bu durum da aralarında rekabete yol açıyor. Ay’dan Ocean-Deep’e bir ziyaret kisvesi altında giden işgüvenliği uzmanı Demerest bir cinlik peşinde, fonlarını kestirmek için güvenlik açığı arıyor. Ama aksi gibi okyanusun dibi de öyle güvenli bir yer ki! Aydaki meteor vs. kazalarının hiçbiri olmuyor orada. Nihayetinde Demerest’in bu sualtı istasyonunu yok etme planı Bergen’in eşi Annette’in uydurduğu bahanelerle onu vazgeçirmesi ile Ocean-deep kurtuluyor.

“  -    Ocean-deep offers mankind the chance of exploiting the whole planet-“

-          Of polluting the whole planet, broke in Demerest excitedly. Of raping it, of ending it.”

“…. if mankind but has patience, we will reach the stars. We! We! It is only we Moon-men, used to space, used to a world in a cavern, used to an engineered environment, who could endure life in a spaceship that may have to travel centuries to reach the stars.”

That Thou Art Mindful Of Him:

Susan Calvin’in ölümünden yıllar sonra geçen bu robot hikayesinde, “araştırma müdürü” Harriman, en gelişmiş robotu George Ten’den şöyle yardım ister: “Robot kanunları insanoğlunun bütün emirlerini yerine getirmeni ve onların zarar görebileceği bir durumda gerekirse kendini imha etmeni emrediyor. Peki birden fazla kişi sana farklı şeyler emrederse, kimi dinleyeceksin? İki farklı insanın zarar görmesi söz konusuysa hangisini kurtarmayı seçeceksin?” George Ten ise bu konuda bir alt modeli olan George Nine ile çalışmak ister. Analizleri sonucunda Harriman’a insanı robotlara alıştırabilmek için öncelikle robot solucan, robot kuş gibi küçük yaşam formlarının robot versiyonlarının dünyaya salınması gerektiğini belirtirler. Ama analizlerinin onları getirdiği yeni noktada insanoğlu için iç açıcı olmayacak şu sonuca da varmışlardır: düşünen varlıklar hakkında kıyas yapılırken dış görünüşlerine bakılamayacağından ve kendileri (George serisi) beyinsel olarak insandan üstün olduğundan kendileri insandır (ve hatta diğerlerinden üstün insan) ve olası bir zarar söz konusu olduğunda kendi varlıkları muhafaza edilmelidir.

Stranger In Paradise:

Biyolojik kardeşliğin utanç verici olduğu bir gelecekte Anthony and William adlı iki kardeş bilim adamı, Merkür üzerinde çalışabilecek bir robot yapabilmek için birlikte çalışmak zorunda kalırlar. Sonunda “beyni” Dünya üzerinde bulunan, vücudu ise Merkür’de gezinen robotu yapmayı başarırlar. Böylece de artık birbirlerine benzemekten utanmamaktadırlar.

The Life and Times of Multivac:

Asimov’un birçok öyküsünde bahsi geçen süper bilgisayar Multivac, dünyayı yönetmektedir. İnsanların yeni sistemde çalışmasına bile gerek yoktur, her şeyi Multivac halletmekte, insanlar meşgale olsun diye onun onayladığı işlerle uğraşabilmektedir. Fakat bir grup insan bundan rahatsızdır, Multivac’ın onları öldürme derecesinde “yumuşattığını” ve işe yaramaz hale getirdiğini düşünürler. Fiziksel saldırı teşebbüsleri nöbetçiler yüzünden sonuçsuz kalmaktadır. Ronald Bakst çareyi Multivac’ı uğraştırıcı bir problemle meşgul edip gafil avlamakta bulur.

“Bakst said sharply: 
‘You have talked of freedom. You have it!’
Then uncertainly, he said ‘Isn’t that what you want?’

The Winnowing:

Çok ilginç bir konusu var. Dünya’da besin sıkıntısı baş göstermiştir ve stokların yetebilmesi için uluslar arası organizasyonlar toplumlara bir “virüs” yayarak nüfusu azaltmak isterler. Bunun için Rodman adlı bilim adamı yiyeceklere lipoproteinler enjekte edecek ve insanlar, vücutlarının bu proteinlere verdiği tepkiye bağlı olarak ya ölecek ya etkilenmeyecektir. Rodman insanlık dışı olduğunu söyleyerek buna karşı çıkar, empati yapmamakta direnen kalantorlara da unutamayacakları  bir oyun oynar.

“Rodman was becoming very sensitive to the way in which all those who discussed the need for killing the hungry were themselves well fed.”

The Bicentennial Man:

İşte müthiş bir hikaye. Daha önce okumuştum, ama çok güzel şeyler buldum yine. Bir robotun, Andrew Martin’in adım adım insana dönüşme hikayesi. Önce özgürlüğünü satın alıyor, bir android bedeni ile hantal, metal vücudundan kurtuluyor; sonra insanların robotlara zarar vermesini önleyen robot haklarının ortaya çıkmasını sağlıyor. Robot biyolojisi ile ilgili çalışmalar yaparak iç organlarını “insansı” hale getiriyor. İnsan olduğunun resmen tanınması için mücadele veriyor fakat hücresel bir beyni olmadığı için reddediliyor. O anda “ölümsüz” bir insanın varlığını diğerlerinin asla kabul etmeyeceklerini anlıyor ve “pozitronik” beynine yavaş yavaş “ölmesini” sağlayacak bir operasyon yaptırıyor. İki yüz yıl “yaşadıktan” sonra bir insan olarak ölüyor. Üstelik de son anda yıllar önce ölmüş olan küçük hanımını hatırlayarak. Korkunç! Kendi önüne koyduğu idealleri, yıllar süren yalnızlığı ve insan olmak için göze aldıklarıyla Andrew Martin unutulmaz…

“Dad, why are you taking it as a personal affront? He’ll still be here. He’ll still be loyal. He can’t help that. It’s built in. All he wants is a form of words. He wants to be called free. Hasn’t he earned it?”  (Little Miss)

“It seems to me that only someone who wishes for freedom can be free. I wish for freedom.” (Andrew Martin)

Marching In:

Besteci Jerome Bishop’dan beyin dalgalarını lazerle okuyup depresyonu tedavi etmeye çalışan bir sinir hastalıkları uzmanına yardım etmesi için hastaneye çağırılır. Biraz teknik konuşmadan ve çalışmadan sonra Bishop çözümü bulur. Beyne dinletilecek “melodiyi” bulmuştur. Hikayeye adını veren “When The Saints Go Marching” ilahisinden bu melodi, bizim “sütaş ayran sütaş ayran sütaş ayran sütaş ayraaaaan”  diye bildiğimizden başkası değildir J

“Why not package brain-wave lights with appropriate sound accompaniment to combat the blues- to increase energy – to heighten love? Not just for sick people but for normal people, who could find a substitute for all the pounding they’d ever taken with alcohol or drugs in an effort to adjust their emotions…”

Old-fashioned:

Brrrr… Kasvet kasvet kasvet! Estes ve Funarelli isimli iki madenci bir uzay gemisi içinde bir asteroid üzerinde Güneş sistemindeki ilk kara delikle karşılaşırlar. Her türlü iletişim sistemi bozulmuştur ve ölüm kaçınılmazdır. Derken Estes, ilkelliğinden kendisinin de utandığı bir çözüm bulur: Kara deliğe taş atmak. Her atılan taş bir X-ray patlamasına yol açacaktır ama Dünya üzerinde bu patlamalar onlara yardım gönderecek bir ilgi uyandırabilecek midir? Evet, çünkü taşları sistematik bir şekilde atmıştır Estes; telgraf gönderir gibi, modası yüzyıllar önce geçen bu yöntemle “SOS”  vermiştir Dünya’ya…

* The Tercentenary Incident ve Birth of A Notion kitaptaki diğer hikayeler fakat bence daha az ilginçler.

8 Aralık 2013 Pazar

Au Bonheur Des Dames / Kadınların Saadeti – Emile Zola


Elimdeki kitap 1971’de Akba yayınlarından çıkmış. Kedili logosu, başındaki renkli çizimleriyle bu yayınevine çok içim ısındı ama çıkan diğer kitaplara baktığımda pek tanıdık kitaplar göremedim.



Kitaba adını veren mağaza Paris’te mini mini bir kumaşçı dükkanından dev bir eski zaman Primark’ına dönüşüyor. Binlerce çalışanın içinde baş karakter sessiz ama karizmatik Denise Baudu de var. Birbirini çekemeyen tezgahtar kızlar, mağazadan alışveriş yapan Paris sosyetesi ve kadınları binbir çeşit göz alıcı eşya ile “avlayan” patron Mouret… Mağazanın etrafında ise birer birer iflasa sürüklenen küçük esnaf yeni ticaret düzenini anlamamakta direniyor. Kimse kurtulamıyor bundan… Denise de kimseyi kurtaramıyor, o kadar yardım teklif ettiği şemsiyeci Bourras Baba evini nihayet yıktıkları zaman sırtını dönüp gidiyor.



Ne bu yeni düzen? Günümüzdeki alışveriş merkezi düzeni aslında… Paris sosyetesinin gözdesi olacak bir ipekliyi ucuza satarak müşteri çekiyor mağaza. Üzerinde mağazanın ismi yazan balonlar dağıtıyor, büfesinde alışverişe gelenlere bedava ikramlar veriyor. Mouret reyonları öyle bir düzenliyor ki, azıcık işi olan bir kadın bile bütün mağazayı dolaşmak zorunda kalsın. Bu bana bir katta aşağı inen ve yukarı çıkan merdivenleri asla aynı yere koymayan yeni nesil cin fikirlileri hatırlattı. Böyle böyle gözüne far tutulmuş tavşan gibi kalıyoruz ya zaten J




Roman boyunca gözümün önünden Alançon dantelleri, garnitürler, siyah ipekliler, top top kumaşlar geçti… Zola bilinçli tüketicisinden kleptomanına, dırdırcı kadından alışveriş hastasına çeşit çeşit profili önüme koyarak kitabı okumayı çok keyifli hale getirdi. Tezgahtara aşık olan patron klişesi var ama  bu sefer gözünü para bürümüş patronu yola getirmek için bayağı uğraşmak gerekti.

Top top kumaşlar arasından:

“Önce tavana karışık desenleri kırmızı bir zemin üzerine dokunmuş Uşak halıları gerilmişti. Sonra dört taraftan kapı vazifesi gören halılar sallanıyordu. Kayseri ve Suriye kapıları sarı, yeşil gibi parlak renkli, Diyarbakır kapısı daha kaba sert ele gelen çobanların giydikleri abayı hatırlatır cinstendi… Gördes, Kula, Kırşehir, fiyatları onbeş franktan başlayan halılar...”

“Ve yürüyordu hep… Cenazelerin arkasından gittiği o matemli, ezilmiş yürüyüşüyle… Sessizlik ve yarı karanlık içinde yürüyordu. Bir yürüme hastalığına tutulmuş gibi… Böylece sanki acılarını sallayıp, uyutmak, uyuşturmak istiyordu.”

“Kadın halkı yavaş yavaş uzaklaştığı kiliseler, kaybettikleri inançlar yerine boş vakitlerini doldurmak için onun pazarını, muazzam bir Pazar halindeki mağazasını koymuştu. Kadın orada boş saatlerini, evvelce kiliselerin loş derinliğinde geçirdiği, kuşkulu, insana ürperti veren zamanlarını geçirmeye geliyordu. Asabi bir bağlanma isteğinden doğan, her zaman yenilenen bir harcama ihtiyacı, kocaya, kocanın menfaatlerine karşı yeni bir dinin, moda dininin yeni başlayan mücadelesi!”



BBC’nin İngiliz versiyonu period draması The Paradise’ı izledikten sonra notlar: Filme alınmaya çok müsait bir kitap, sonuçta görsellik ön planda. Hep aynı mekanda geçmesi biraz tiyatro havası veriyor. Sevimli olmakla birlikte arada simasında bir Frida havası sezilen Denise ve Ahmet Kural’a benzettiğim Moray aşağıda:



Eklenen karakterlerin arasında dönemin stil ikonu olarak kitapta olmayan bir rol ile Katherine Glendenning var. Gösterişli kıyafetleri ve Moray ile yaşadığı romans ile Denise’in mutlulukla arasındaki en büyük engel.



Kitapta var mıydı hatırlamıyorum ama her hafta bir bölümü yayınlanan korku hikayeleri, Paris’ten gelen allığın İngiliz hanımlarına sevdirilme çabası vb. yan öğelerle eğlenceli hale gelmiş diyebilirim.