20 Ekim 2013 Pazar

La Peau De Chagrin / Tılsımlı Deri – Honoré de Balzac


Balzac öyle çok roman yazmış ki, imkanım olsa hayranlığımı kendisine sunmak isterdim. La Comédie Humaine (İnsanlık Komedisi) adını verdiği bu 95 kitaplık  dizisinde gerçeküstü öğeler içermesi yönüyle diğerlerinden ayrılan başka biri var mı bilmiyorum. Elimdeki yine Altın Kalem Klasikler Dizisi’nden 1968 basımı bir kitap. Vahdet Gültekin’in çevirisi ve ilginç –hem de gerekli- dipnotları okumayı kesinlikle daha zevkli hale getirdi.



Kitabın başında Balzac’ın portresi var. Ama ekşi sözlükte bahsi geçen “eyvallah ben almayayım” pozu değil , kollarını kavuşturmuş tatlı tatlı bakıyor. Nasıl mülayim, nasıl edepli… Gıdısı da var J Neyse, kitap hakkında konuşmadan önce kendisine bir teşekkür edeyim. Verdiği sanatsal referanslarla başka türlü haberimin olmayacağı tablolar ve aryalar vs. den haberdar etti beni. Mesela, Di tanti palpiti:


O mitolojiden, sözcüklerin kökeninden bahsettikçe hemen Wikipedia’dan baktım. Resmen yıllar öncesinden bana interaktif bir deneyim yaşattı. “Sen bu romanı okumaya kalkıştın ama anlattığımı hayalinde canlandırabilmen için şunları şunları bilmen lazım” dedi. Sağol sağol sağol!

Kitabın konusuna nihayet gelebilirsem... Raphael adlı fakir bir gencin bir antikacıdan aldığı tılsımlı (tılsımı bildiğin Arapça olarak kitaba da koymuşlar) deri, onun her isteğini yerine getirecek ama her istek sonrası da küçülerek, bittiği zaman onun ölümüne sebep olacaktır.



Ruhunu şeytana satma hikayesi gibi duruyor. Ama bana daha masum göründü. Kalpsiz kontes Feodora ile izdivaç hayalleri suya düşünce atom mühendisliğine lanet eden sakallı Kadir İnanır gibi itliği, hergeleliği, kumarbazlığı öğrendi Raphael.  Yalnız bir ara mutlak mutluluğu Pauline ile yakaladı. Olayların nasıl gelişeceğini  romanın ortalarına gelmeme rağmen kestirememiştim ki bu okumayı daha zevkli hale getiren bir şey.

Balzac bilimden de anladığını göstermek için uzun diyaloglar serpiştirmiş, ilginçleştirmiş. Raphael’in çaresizliği, sırf yanlışlıkla bir şeyin gerçekleşmesini isteyip de ömrü kısalır diye afyonla kendini uyutması, karşılıklı sevginin bile onu kurtarmaya yetmemesi iç burkucu. Hey, Balzac! Senin mutlu sonla biten kitabın var mı? Komedi demişsin ama bu bildiğin dram.

Bazı şeyler:

“... adam orada artık hayal kurmadığı için sevinç de duymadan, artık zevk nedir bilmediği için acı da duymadan yaşıyordu.”

“Sizin eşit öğretiminiz insan etinden on meteliklik paralar yapar” dedi. “Öğretim yoluyla bir düzeye getirilmiş toplumda kişilikler kaybolur.”

“Tiksindiğiniz birine ömür boyu bağlanmak, sizi bırakıp gidecek çocuklar yetiştirmek, yüreğinizi yaraladıkları vakit “Sağol!” demek... işte sizin kadınlardan beklediğiniz namusluluk!”

“Bilmiyorum ruhlarındaki nasıl bir eğilimden dolayı, kadınlar kabiliyetli bir adamın ancak kusurlarını, bir aptalın da yalnız meziyetlerini görmeye alışmışlardır. Aptalın meziyetlerine karşı büyük bir sevgi duyarlar, bununla koltukları kabarıp kendi kusurlarını unuturlar; üstün bir erkek ise onlara kendi kusurlarını kapatacak bir sevinç vermez.”

“Deha sahibi kişi övündüğü şeyi söylemez; madrabaz ortaya döker, elbette ki başarıyı o kazanacaktır.”

“İnsan zayıf olduğunu kendine açıkça söyledi mi güçlü demektir.”

“İnsanın en zor katlandığı duygu acımadır, hele hak edince. Hınç kuvvet ilacıdır, yaşatır, öç alma isteği verir. Acıma ise öldürür, güçsüzlüğümüzü daha da güçsüz kılar. Sinsileşmiş kötülüktür bu; sevgi içinde küçük görme, küçük görme içinde sevgi.”




13 Ekim 2013 Pazar

Ben Deli Miyim? – Hüseyin Rahmi Gürpınar



Keşke daha uzun yaşasaymış, daha çok roman yazsaymış dediğim yazarlardan biri, Hüseyin Rahmi! İlk hangi romanını okudum bilmiyorum ama öyle sevdim ki, er geç hepsini okuyacağım. Bu adam bence Türk klasiklerinin en eğlenceli olanlarını yazmış. Öyle esprileri, öyle analizleri var ki, zamansız… Atlas Kitabevi’nden çıkan serinin kapakları da ayrı bir güzel. Elimdeki kitap da onlardan, 1972 basımı.

Zat-ı muhteşem, bence söylemek isteyip de çekindiği her şeyi açıkça söylemek için mükemmel bir kılıf uydurmuş bu romanda: baş kahraman Şadan’a, deliliğin felsefesini yaptırmış ve sürekli deli olup olmadığını sorgulatmış. Şadan, mantıklı düşünceleri mantıksız hareketlerle birleştiriyor, içindeki sese yalnızken daha çok uyup uygunsuz şeyler yapıyor. Odada takla atmak, aynadaki aksiyle kavga etmek, eşyalarla aşk yaşamak Şadan’da bazen tutku halini alıyor. Ama bu acayip  deli, Schopenhauer’in, Voltaire’in, Swift’in tuhaflıklarını bir bir sayıp teselli buluyor.

Annesi mebus olmasını istiyor, o ise arkadaşı Kalender Nuri ile zengin bir kadını kafalama peşinde. Maalesef öteki de pek akıllı olmadığı için sonları iyi bitmiyor. Kitapta altı çizilecek o kadar çok yer var ki, bence bu kitabı bir kere daha okumalıyım.

O  deli saçmalarından seçmeler:

“Miskin insan, volkanlı kafalardan çıkan fikirlerin ateşine dayanamaz: Bütün dimağları adi, yavaş, sönük, ahmakça fikirlerle oyalamak ister. Kaynar beyinleri ölçüden yukarı düşündürtmemek için din, ahlak, edebiyat, sosyoloji sınırları çevrilmiştir. Bu engelleri bir sıçrayışta atlamak isteyenlerin yakalarına carp polisler yapışır. Götürüleceğiniz yer ilkin ya bir mahkeme salonu veya doktor muayenehanesi, sonra ya hapis veya tımarhanedir. Suçlu, deli siz misiniz, yoksa bütün insanlık mı?”

“Hürsün, öyle mi? Canın ne yapmak istiyor? Bana söyle… İlkin, arzunu yerine getirecek paran yok. İkinci olarak, kanun, din, ahlak kitaplarını aç. Her davranışın orada kayıt altına alındığını görürsün. Ondaki formüllere uydurmadıkça parmağını kıpırdatamazsın. Hele bunu yapayım de, rüsva olursun.”

“Fakat bu dünya, delilerden çok akıllıların kötülüklerine uğramıyor mu? Bu alem satranç oyunu değildir. Herkesin kaderi hesabına kumara girişip de partiyi kaybedenlerin insanlara yaptıkları kötülükleri düşününüz. Bu atakların işe atılmadan önce alemi inandırmak için meydana koydukları teminat, akıl ve zekalarından başka nedir? Böylelikle vatandaşlarını aldatanlar mı, yoksa bu pek tehlikeli vatlara aldananlar mı daha delidir? Her iki taraf için de aynı hükmü vermekten sakınmayınız. Bu oyundan en suçsuz kalanlar tımarhaneden sahneyi seyredenler veya bu oyunun tesiriyle oraya kapatılmış olanlardır.”



Bugünün Saraylısı – Refik Halid Karay


Çağlayan Yayınevi’nin 1954’te bastığı bu kitap cep kitabı denecek boyutta. Çekilecek çilemi Hemingway ile çektikten sonra bana bir ödül oldu. Uzaktan akrabası Ata Bey’in İstanbul’daki evine yerleşen çarpıcı güzellikteki bir kızın, Ayşen’in ilginç değişimi ve bunun Ata Bey ve daha bir çok kişinin hayatı üzerindeki etkileri çok akıcı, bazen komik, ama çok gerçekçi şekilde anlatılıyor. Cumhuriyet’ten 20-25 sene sonra İstanbul’da “batılılaşma”nın canla başla benimsendiği bir dönemi okumak çok zevkliydi. Serin, Deniz gibi modern isimler, alevli dondurmalar, Dolmabahçe Sarayı’nda açık büfeli davetler, Florya’da deniz banyoları...

Tabi en büyük değişim Ayşen’in “dayı” diye hitap ettiği Ata’da oluyor. Ata’nın ona çıkarcılıkla mı içtenlikle mi bağlı olduğunu uzun süre anlamadım. Ama gerçeğe uygun şekilde, bir yerden sonra şunu düşündürdü roman: İkisinden biri olmak zorunda değil; aslında onunla birlikte gelen maddi ferahlık da, güzelliğinin getirdiği büyülenme hali de onun yokluğunu tatsız hale getiriyor. Roman boyunca takdir edilemeyecek bir çok şey yapsa da Ata’ya acımak bu yüzden çok kolay. Ayşen? Allah onun belasını vermiş zaten.

Daha neler neler:

“Sahi, sinema yapılalı şaşılacak ne kalmıştı? Küçük  bir kasabanın yağmur sulariyle lekeli, dikiş ve yama yerleri meydanda derme çatma perdesinden bütün dünyayı, hatta kurulduğundan bugüne kadar olup bitenleri ve gelecekte olacakları öğrenmek mümkündü. Kendisi de Amerika’nın seksen katlı binalarını, Afrika ormanlarındaki vahşi hayvanlarla Çin ve Hind halkını, daha neleri, denizaltılarının makine dairelerinden tutunuz da yerin dibindeki istihkamları, hepsini filmlerden öğrenmemiş miydi? Yarın onlarla karşılaşsa fazla bir heyecana kapılmayacaktı; eskiden görmüşçesine hareket edecekti.”

“Kazıklar üstüne kurulmuş Florya köşkünü işaretle Ayşen’e:
-Atatürk için yapılmıştı, şenliği de onunla bitti. İnkilabı yapmasaydı şu halk zor soyunurdu böyle, zor yayılırdı kumlara!   dedi.”

“Ata içinden yürek çarpıntılariyle mırıldandı:
-Hah, ona da yumuşamış! Ayol, Ayşen bir nevi Günname imiş te ben farkında olmamışım. Bizi uyuttuktan sonra Boğaziçi gezintilerine kadar işi götürmüş; gencini sarılıp öpmüş, bakalım orta yaşlısına ne biçim iltifatta bulunmuş? Herhalde mahçup Amerikalıyı da mahrum bırakmamıştır ama herifin lisanından anlamıyorum. Elini, saçını, bir tarafını okşadıysa çocukcağızın yüzü domates gibi kızarmıştır. Kan boğmadığına şükür!”

Bonus:

Kitabın arkasındaki fantastik Puro Sabun ve Gripin reklamları! “Puro kullanınız... Daha GÜZEL olursunuz”. O kadar kolay mı ya? Büyük punto = inandırıcılık.




9 Ekim 2013 Çarşamba

The Sun Also Rises / Güneş Gene Doğar – Ernest Hemingway


Uzuuuun zamandır beni bu kadar sıkan bir kitap olmamıştı! Aslında belliydi. Normalde kitap konusunda garantici,  biraz da önyargılıyımdır. Bir yazarın bir kitabını beğenmediğimde, diğerlerini de pek okuyasım gelmez. “İhtiyar Balıkçı ve Deniz”i de, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor”u da okuyalı çok oluyor. İkisini de sevmemiştim. Ama belki çevirileri kötüdür, bir de bunu deneyeyim dedim. Yok yok yok. Ben bu adamın üslubunu beğenmiyorum.

Elimdeki kitap 1971 basımı, Altın Kalem Klasikleri’nden. Tek güzel yanı da bu bence. Bu serinin çizim kapakları çok hoşuma gidiyor. Kitabın konusuna gelirsek, önsözde yazana göre “savaş sonrası avare gençliğinin Paris’teki eğlence yerlerinde, İspanya’da boğa güreşleri, birçok heyecanlı maceralar arasında geçen yaşayışları”  ve “sakat bir delikanlının (Jake Barnes) bu yüzden sevgilisi (Brett)  ile mutlu olamayışı. Hangi barda oturup pelin şarabı içmişler, hesabı kim vermiş, kim sarhoş olmuş okumaktan içim bayıldı.

Beğenmediğim bu kitaptan da altı çizilesi bir tek cümle çıkmadı. Benim için artık Amerikan Edebiyatı = Edgar Allan Poe + John Steinbeck + O. Henry + Jack London!
Deneysel çalışmalara son veriyorum. 

7 Ekim 2013 Pazartesi

Vierundzwanzig Stunden aus dem Leben einer Frau / Bir Kadının 24 Saati – Stefan Zweig



Varlık Yayınları bu eski basımlarıyla daha çok konuğum olacak. 1957’de basılmış olan bu kitabı benden önce biri Türkçe öğretmeninden hediye olarak almış. Ama okumamış olacak ki sayfaları kitap ayracını kullanarak ilk ben ayırdım. Elliden fazla yıldır okunmayı bekleyen bu kitabı ilk ve son okuyan da ben olacağım belki.

Bazen bir yazarın tek bir kitabını okurum ve ona kanım ısınır. Acımak’ı okuduğumda da Zweig’a öyle kanım ısınmıştı. Yine şaşırtmadı. İngiliz Miss C.’nin hayatında çok önemli yer tutan, 20 yıl önce yaşadığı bir 24 saati,  iç huzuruna tekrar kavuşabilmek ümidiyle bir yabancıya anlatması üzerine kurulu bu roman. Uzuun uzun kumarhanedeki kumar oynayan eller tasvir edilmiş. Soylu ve çekingen bir kadının kısa süre içinde ne büyük değişime uğrayabileceği görülüyor. Tam tersine, onun değişmesini umduğu kişi ise, aynı “beceri”yi gösteremiyor malesef.

Miss C’nin 24 saatinden bazı dakikalar:

“İnsanların çoğunda muhayyile denen şey az çok körleşmiştir. Beyinlerinin tam ortasına sivri bir şey gibi saplanıp da onlara doğrudan doğruya dokunmayan şeyler, onları hiç de heyecanlandırmaz. Fakat gözleri önünde ve hassasiyetlerinin dar çevresi içinde, hatta büyük önemi olmayan bir şey dahi vuku bulsa, onlarda hemen ölçüsüz bir ihtiras kabarıp kaynaşmağa başlar. O zaman, dış olaylara karşı gösterdikleri ilginin azlığını, yersiz ve mübalağalı bir öfke göstererek bir dereceye kadar telafiye çalışırlar.”

“Fakat ortada sarih sözler ve hareketler olmasa bile, bir kadın duyguları ile her şeyi sezer. Çünkü... şimdi yanılmıyorum artık... o adam beni kucaklasaydı da peşinden gelmekliğimi isteseydi, onunla dünyanın öbür ucuna kadar gidecektim. Kendi adımı da, çocuklarımın adını da lekeleyecektim.”

“Ve tumturaklı bir eda ile adlarına ruh dediğimiz, fikir dediğimiz, duygu ve acı dediğimiz şeylerin ne kadar zayıf, ne kadar sefil ve korkak şeyler olduklarını yeniden dehşetle hissediyorum: O şeyler ki, en yüksek kerteye vardıkları zaman bile, acı çekmekte olan beyni, işkence ile kıvranmakta olan teni tamamen kırıp yok etmekten acizdir. Çünkü her şeye rağmen kan, damarlarımızda dolaşmağa; insan da bu gibi anlardan sonra –yıldırım çarpmış bir ağaç gibi- yere yıkılıp öleceği yerde, yine yaşamağa devam eder.”

6 Ekim 2013 Pazar

Silas Marner: The Weaver of Raveloe – George Eliot



Kitapları sadece okumak değil de, onları paylaşacak kadar olgun olabilmek lazım bence. Bu kitabı bana Exeter’de gönlü zengin kitapçı bir amca verdi. Şehre bir gün için gitmiştik ama onun dükkanda saatler geçirebilirdim.



Kitabın üzerinde tarih yok, abebooks.com’dan baktım, 1913 civarı basılmış. Kitapların görünüşleri konusunda seçici olmamaya çalışıyorum ama böyle şık kitapları okumak ayrı bir zevk.

Silas Marner, bir haksızlık sonucu yaşadığı bölgeyi terk etmiş, yeni yurdunda da insanlardan uzak, sadece zanaatıyla meşgul olmuş bir dokumacı.  Öyle ki, zaman içinde en büyük zevki altınlarını saymak oluyor. Ama ilginç  olaylar  silsilesi ile işler değişiyor. Kitabın açılışını yapan

A child, more than all other gifts
That earth can offer to declining man,
Brings hope with it, and forward-looking thoughts.

Mısraları da ancak bundan sonra anlam kazanıyor. Olay örgüsünü beğensem de, kitabı okuyabilmek kolay olmadı benim için. Çünkü Silas Marner çok basit bir adam, doğru dürüst konuşmuyor bile. Baş kahraman paragraflarca cümle kurmazsa rahat edemiyorum galiba! Bölge halkının batıl inançları ve Eppie’nin yaramazlıkları en eğlenceli konulardı bana göre.

Birkaç tadımlık cümle:

“If there is an angel who records the sorrows of men as well as their sins, he knows how many and deep are the sorrows that spring from false ideas for which no man is culpable.”

“A dull mind, once arriving at an inference that flatters a desire, is rarely able to retain the impression that the notion from which the inference started was purely problematic.”

“The sense of security more frequently springs from habit than from conviction, and for this reason it often subsists after such a change in the conditions as might have been expected to suggest alarm. The lapse of time during which a given event has not happened, is, in this logic of habit, constantly alleged as a reason why the event should never happen, even when the lapse of time is precisely the added condition which makes the event imminent.”

“When we are treated well, we naturally begin to think that we are not altogether unmeritious, and that it is only just we should treat ourselves well, and not mar our own good fortune.”

“Then sir, why didn’t you say so sixteen years ago, and claim her before I’d come to love her, i’stead o’ coming to take her from me now, when you might as well take the heart out o’ my body? God gave her to me because you turned your back upon her, and He looks upon her as mine: you’ve no right to her! When a man turns a blessing from his door, it falls to them as take it in.”





5 Ekim 2013 Cumartesi

Netoçka Nezvanova / Nameless Nobody – Dostoyevski


Cık… İnsancıklar’ın üzerine gitmedi bu; ki önsözde ve kitap kapağında hiç bahsetmeden iliştirivermişler bu romanı onun arkasına. Genellikle bir hanımefendiyi çocukluğundan itibaren ele alan romanları severim. Bu da güzel başladı. Dostoyevski üvey babasının Netoçka  üzerinde bıraktığı etkiyi çok iyi anlatmış. Romanın hayatının üç döneminde de karşısındakilere kendisini gerçekten sevdirmeyi başaramayan, bu yüzden sürekli acı çeken bir kahramanı var. Bana ilginç gelen şey şu oldu: Yanlarında kaldığı zengin ailenin bir kütüphanesi var ve buraya ancak bir anahtarla girilebiliyor.  Bütün gün zavallı Netoçka süklüm püklüm oturuyor da eline anahtarı verip “Git bi kitap al oku” diyen olmuyor. Onu zamansız düşüncelerden korumak için yapıyorlar bunu da. Bir hileyle anahtarı ele geçirip okumaya başlayınca nasıl da değişmiştir dünyası kimbilir…

Nedense roman bittiğinde bir “Olmamış…” dedim, Dostoyevski gizem mi yapmaya çalışmış açık uçlu son verip diye düşündüm. Goodreads (http://www.goodreads.com/buyurdu ki, gerçekte Dostoyevski Sibirya’ya sürgüne gönderilince roman yarım kalmış. Bakalım romandan benim aklımda neler kalmış:

“Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum, yüreğime bir şey gelip saplanmıştı sanki. Bana acımadığını, beni sevmediğini anlamıştım; çünkü onu nasıl sevdiğimi görmüyor, şeker için ona hizmet edeceğimi sanıyordu. Daha o yaşta okumuştum içini; artık onu sevemiyeceğimi, eski babacığımı kaybettiğimi hissediyordum.”

“Kötü bir şey yaptığımı hissediyordum; kötülüklerden kaçma içgüdümün gelişmesine babamın kendisi yardım etmişti; kötülüğe ittikten sonra korkusundan mı neyse, yaptığımın çok kötü olduğunu söylemişti bana. Her izlenimi hırsla benimseyen, iyiyi kötüyü hisseden, anlayan bir ruhu aldatmanın hiç de kolay bir şey olmadığını bilmiyor olabilir miydi? Beni bir kere daha kötülüğe iterek masum, kimsesiz çocukluğumu mahva sürüklemekle, henüz oturmamış vicdanımı bir kere daha temelinden sarsmakla hiç iyi etmediğinin, hatta ileri gittiğinin farkındaydım. Köşeme çekilmiş kendi kendime şöyle düşünüyordum: “İstediğini yapacağımı biliyor da niçin bana şeker falan getireceğini söyledi gene?”

“.... sınırsız bir merakla, bir korkuyla, tuhaf bir heyecanla açtım ilk dolabı, rastgele bir kitap aldım. Bir romandı bu. Usulca kapadım dolabı, kitabı alıp odama gittim. Hayatımda önemli bir değişikliğin başlamakta olduğunu hissediyormuşum gibi tuhaf bir duygu vardı içimde, yüreğim küt küt  vuruyordu.”

“Tıpkı şimdi olduğu gibi aynanın karşısında durmuştu; tuhaf, hiç de çocuksu olmayan bir ürperti geçmişti sırtımdan doğru. Yüzünü değiştiriyor sanmıştım. Aynaya yaklaşırken gülümsediğini açık seçik görmüştüm zaten; oysa güldüğünü ilk kez görüyordum; Aleksandro Mihaylovna’nın yanında hiç gülmezdi çünkü (hatırlıyorum, en çok da bu şaşırtıyordu beni). Aynaya bakar bakmaz birden değişivermişti yüzü. Gülümseme –sanki bir emirle- silinivermiş; yerini, insan ne denli iyi niyetli olursa olsun gizleyemeyeceği acı bir duygu –yüreğinden koparcasına kurtulmuş gibi- almış, dudaklarını buruşturmuş; bir ıstırap alnını kırıştırmış, kaşlarını çattırmıştı. Bakışları hüzünle gözlüklerinin arkasına kaçmıştı. Kısacası, emirle bir anda bambaşka bir adam olmuştu sanki.”


2 Ekim 2013 Çarşamba

Bednye Lyudi / İnsancıklar / Poor Folk – Dostoyevski


Elimdeki kitap Altın Kitaplar Yayınevi’nden, 1970 basımı. Ergin Altay çevirmiş, bence daha güzel çevrilemezdi. Tam metin çeviri için genellikle bu yayınevinin eski basımlarını tercih ediyorum. Rus klasiklerinde “modern” kelimeler görmek hoşuma gitmiyor.




Uzun zamandır da Rus klasiklerinden okumamıştım. Ama bu İnsancıklar… Sürekli 1. ağızdan anlatılan olaylar akıcılığı çok artırıyor, klasiklere başlayacak birine bunu öneririm mesela. Kitap bir memurla uzaktan akrabası olan bir genç kız arasındaki mektuplaşmalarla geçiyor.  (Ha benim umurumda mı akıcılık, hayır…) Memur Makar Devuşkin ve genç hanım Varvara Dobroselova arasında geçim sıkıntısının da güçlendirdiği bir bağ var. (Varvara da bildiğimiz Barbara’ymış meğerse, Goodreads’ten öğrendim) Kıza yanında kaldığı kişiler tarafından haksızlık yapılmış, tek koruyucusu da  Devuşkin kalmış.

Devuşkin dairede sürekli resmi kağıtları kopya ederek geçimini sürdüren, saf bir adam. O yüzden kendi hesabına düşünüp de bir şey yazdığı pek olmamış, ta ki bu mektuplaşmalar başlayana kadar. Varvara’nın okusun diye verdiği kitapları okudukça üslubu düzeliyor, kendisi de fark ediyor bunu. Şöyle söyleyerek güldürüyor beni: “Bugüne kadar böyle bilgisiz, odun gibi nasıl kalmışım? Elden ne gelir? Hangi ormandan kesmişler beni acaba?”

Romandaki en güzel yan hikayelerden biri olan Gorşkov’un akibetini de o anlatıyor. Diğeri de bana göre Varvara’nın çocukluğunda tanıdığı üniversiteli Petenka’nın hikayesi. Bu hikayeler iki ana kahramanın da daha güçlü bir şekilde  yansıtılmasını sağlamış. Ama en çok da sonu etkileyiciydi. Devuşkin’in “Bu son mektup değil, değil mi?” diye sorması, benim de onunla aynı çaresizliği ve umudu aynı anda hissetmem. Ama bende sayfayı çevirdiğimde karşılaştığım boşlukla biten umudun, onun için belki aylarca, yıllarca sürmesi.

Mektuplardan:

“Evdeki en küçük, önemsiz bir şeyi hatırladıkça içim bir hoş oluyordu. Şu anda evde, annemin babamın yanında otursam ne iyi olurdu, diye düşünüyordum. ‘Küçük odada çay içerdik bizimkilerle; insanın sıcak, mutlu, bildik aile yuvasında bulunmasından  daha iyi ne olabilir! Annemi öyle bir kucaklar, sıkardım, sıkardım ki!’”

“Kitapların ağırlığından bel vermiş raflara baktım. Anlaşılmaz bir öfke, bir can sıkıntısı doldurdu içimi. Kitapların hepsini baştan sona okumaya karar verdim bir anda; hem bunu elden geldiğince çabuk yapacaktım. Bilmiyorum; belki de, onun bildiği her şeyi bilirsem dostluğuna daha layık olacağımı düşünüyordum.”

“Korkunç, tuhaf düşünceler doldurmuştu kafamın içini. Bunlardan en çılgını, en saçması da ona gidip her şeyi açık yüreklilikle anlatmak, aptal bir kız gibi değil de iyi niyetle hareket ettiğime onu inandırmak istememdi.”

“Mutluyduk… Ah, hem keder hem sevinç dolu ne saatlerdi onlar! Şimdi hatırladıkça tatlı bir elem sarıyor içimi. Anı tatlı da acı da olsa her zaman ıstırap verir insana; belki başkası öyle değildir, ben duyarım bu ıstırabı; ama tatlıdır bu ıstırap. Kalp acı çekmeye, ezilmeye, sıkışmaya, kederlenmeye başladığında anılar onu, gündüzün sıcağında kavrulmuş cılız, zavallı bir çiçeği akşam serinliğinde çiğ tanelerinin canlandırdığı gibi canlandırır.”

“Büyük kitapların fiyatını bile sorduğu yoktu. Sadece eline alıyor, imrenerek sayfalarını karıştırıyor, evirip çevirdikten sonra gene yerine koyuyordu. Alçak sesle ‘Yoo, bu çok pahalıdır, diyordu, şunlar nasıl acaba?’ Sonra ince, küçük kitapların, dergilerin yanına gidiyordu. Onlar çok ucuzdu. ‘Niçin alıyorsunuz bunları, dedim, saçma sapan şeyler hepsi’. ‘Yok canım, diye cevap verdi, bakın hele bir, çok güzel kitaplardır bunlar, çok çok güzel!’ Bunu öylesine çabuk çabuk, öylesine acıklı söylemişti ki, iyi kitaplar niye bu kadar pahalı diye ağlamamak için kendini zor tuttuğu kaçmamıştı gözümden. Bir gözyaşı damlasının soluk yanağından kırmızı burnunun üzerine yuvarlandığını görür gibi oldum.”

“Kolundan tutup herkesi yanına getiriyordum, su içiriyordum; ama her keresinde üzgün üzgün başını sallıyordu. Ne istediğini anladım sonunda. Perdeyi kaldırıp, pencereyi açmamızı istiyordu. Gün ışığını, doğayı, güneşi son bir kere daha görmek istemişti galiba. Perdeyi çektim; ne var ki başlamak üzere olan gün de,  Pokrovski’nin yavaş yavaş sönen zavallı hayatı gibi hüzün dolu, kasvetliydi.”

“Sıkılmayayım diye bir kitap yollayacaktınız bana. Vazgeçin cancağızım! Kitap dediğiniz de nedir ki? Bir sürü olmayacak şey! Roman da saçmadır, işsiz güçsüzler okusun diye yazılmış uydurmalar… İnanın bana anacığım, bunca yıllık tecrübelerime inanın. Shakespeare diye bir adamdan söz edeceklerdir size, ‘Görüyor musunuz, diyeceklerdir, edebiyatın Shakespeare’si var’… Shakespeare de saçmadır, hem de saçmanın daniskası!”

“-skaya kilisesinin yanından geçerken  haç çıkardım, bütün günahlarım için tövbe ettim, sonra da Tanrıyla pazarlığa girişmemin iyi bir hareket olmadığını düşündüm.”

“Kitabımı, gergefimi, başlayıp da sonunu getirmediğim mektubumu bırakıyorum size; bu mektubu elinize aldığınız zaman, size söylememi, yazmamı istediğiniz, şimdiye kadar yazdığım, şimdi yazamadığım her şeyi yazmışım gibi okuyun orada!”

“Bir mektupçuk daha yazın bana, her şeyi anlatın, oradan da yazın. Yoksa bu son mektup demektir; olmaz öyle şey, son mektup olamaz bu! Birdenbire son mektup olur mu hiç!"