2 Ekim 2013 Çarşamba

Bednye Lyudi / İnsancıklar / Poor Folk – Dostoyevski


Elimdeki kitap Altın Kitaplar Yayınevi’nden, 1970 basımı. Ergin Altay çevirmiş, bence daha güzel çevrilemezdi. Tam metin çeviri için genellikle bu yayınevinin eski basımlarını tercih ediyorum. Rus klasiklerinde “modern” kelimeler görmek hoşuma gitmiyor.




Uzun zamandır da Rus klasiklerinden okumamıştım. Ama bu İnsancıklar… Sürekli 1. ağızdan anlatılan olaylar akıcılığı çok artırıyor, klasiklere başlayacak birine bunu öneririm mesela. Kitap bir memurla uzaktan akrabası olan bir genç kız arasındaki mektuplaşmalarla geçiyor.  (Ha benim umurumda mı akıcılık, hayır…) Memur Makar Devuşkin ve genç hanım Varvara Dobroselova arasında geçim sıkıntısının da güçlendirdiği bir bağ var. (Varvara da bildiğimiz Barbara’ymış meğerse, Goodreads’ten öğrendim) Kıza yanında kaldığı kişiler tarafından haksızlık yapılmış, tek koruyucusu da  Devuşkin kalmış.

Devuşkin dairede sürekli resmi kağıtları kopya ederek geçimini sürdüren, saf bir adam. O yüzden kendi hesabına düşünüp de bir şey yazdığı pek olmamış, ta ki bu mektuplaşmalar başlayana kadar. Varvara’nın okusun diye verdiği kitapları okudukça üslubu düzeliyor, kendisi de fark ediyor bunu. Şöyle söyleyerek güldürüyor beni: “Bugüne kadar böyle bilgisiz, odun gibi nasıl kalmışım? Elden ne gelir? Hangi ormandan kesmişler beni acaba?”

Romandaki en güzel yan hikayelerden biri olan Gorşkov’un akibetini de o anlatıyor. Diğeri de bana göre Varvara’nın çocukluğunda tanıdığı üniversiteli Petenka’nın hikayesi. Bu hikayeler iki ana kahramanın da daha güçlü bir şekilde  yansıtılmasını sağlamış. Ama en çok da sonu etkileyiciydi. Devuşkin’in “Bu son mektup değil, değil mi?” diye sorması, benim de onunla aynı çaresizliği ve umudu aynı anda hissetmem. Ama bende sayfayı çevirdiğimde karşılaştığım boşlukla biten umudun, onun için belki aylarca, yıllarca sürmesi.

Mektuplardan:

“Evdeki en küçük, önemsiz bir şeyi hatırladıkça içim bir hoş oluyordu. Şu anda evde, annemin babamın yanında otursam ne iyi olurdu, diye düşünüyordum. ‘Küçük odada çay içerdik bizimkilerle; insanın sıcak, mutlu, bildik aile yuvasında bulunmasından  daha iyi ne olabilir! Annemi öyle bir kucaklar, sıkardım, sıkardım ki!’”

“Kitapların ağırlığından bel vermiş raflara baktım. Anlaşılmaz bir öfke, bir can sıkıntısı doldurdu içimi. Kitapların hepsini baştan sona okumaya karar verdim bir anda; hem bunu elden geldiğince çabuk yapacaktım. Bilmiyorum; belki de, onun bildiği her şeyi bilirsem dostluğuna daha layık olacağımı düşünüyordum.”

“Korkunç, tuhaf düşünceler doldurmuştu kafamın içini. Bunlardan en çılgını, en saçması da ona gidip her şeyi açık yüreklilikle anlatmak, aptal bir kız gibi değil de iyi niyetle hareket ettiğime onu inandırmak istememdi.”

“Mutluyduk… Ah, hem keder hem sevinç dolu ne saatlerdi onlar! Şimdi hatırladıkça tatlı bir elem sarıyor içimi. Anı tatlı da acı da olsa her zaman ıstırap verir insana; belki başkası öyle değildir, ben duyarım bu ıstırabı; ama tatlıdır bu ıstırap. Kalp acı çekmeye, ezilmeye, sıkışmaya, kederlenmeye başladığında anılar onu, gündüzün sıcağında kavrulmuş cılız, zavallı bir çiçeği akşam serinliğinde çiğ tanelerinin canlandırdığı gibi canlandırır.”

“Büyük kitapların fiyatını bile sorduğu yoktu. Sadece eline alıyor, imrenerek sayfalarını karıştırıyor, evirip çevirdikten sonra gene yerine koyuyordu. Alçak sesle ‘Yoo, bu çok pahalıdır, diyordu, şunlar nasıl acaba?’ Sonra ince, küçük kitapların, dergilerin yanına gidiyordu. Onlar çok ucuzdu. ‘Niçin alıyorsunuz bunları, dedim, saçma sapan şeyler hepsi’. ‘Yok canım, diye cevap verdi, bakın hele bir, çok güzel kitaplardır bunlar, çok çok güzel!’ Bunu öylesine çabuk çabuk, öylesine acıklı söylemişti ki, iyi kitaplar niye bu kadar pahalı diye ağlamamak için kendini zor tuttuğu kaçmamıştı gözümden. Bir gözyaşı damlasının soluk yanağından kırmızı burnunun üzerine yuvarlandığını görür gibi oldum.”

“Kolundan tutup herkesi yanına getiriyordum, su içiriyordum; ama her keresinde üzgün üzgün başını sallıyordu. Ne istediğini anladım sonunda. Perdeyi kaldırıp, pencereyi açmamızı istiyordu. Gün ışığını, doğayı, güneşi son bir kere daha görmek istemişti galiba. Perdeyi çektim; ne var ki başlamak üzere olan gün de,  Pokrovski’nin yavaş yavaş sönen zavallı hayatı gibi hüzün dolu, kasvetliydi.”

“Sıkılmayayım diye bir kitap yollayacaktınız bana. Vazgeçin cancağızım! Kitap dediğiniz de nedir ki? Bir sürü olmayacak şey! Roman da saçmadır, işsiz güçsüzler okusun diye yazılmış uydurmalar… İnanın bana anacığım, bunca yıllık tecrübelerime inanın. Shakespeare diye bir adamdan söz edeceklerdir size, ‘Görüyor musunuz, diyeceklerdir, edebiyatın Shakespeare’si var’… Shakespeare de saçmadır, hem de saçmanın daniskası!”

“-skaya kilisesinin yanından geçerken  haç çıkardım, bütün günahlarım için tövbe ettim, sonra da Tanrıyla pazarlığa girişmemin iyi bir hareket olmadığını düşündüm.”

“Kitabımı, gergefimi, başlayıp da sonunu getirmediğim mektubumu bırakıyorum size; bu mektubu elinize aldığınız zaman, size söylememi, yazmamı istediğiniz, şimdiye kadar yazdığım, şimdi yazamadığım her şeyi yazmışım gibi okuyun orada!”

“Bir mektupçuk daha yazın bana, her şeyi anlatın, oradan da yazın. Yoksa bu son mektup demektir; olmaz öyle şey, son mektup olamaz bu! Birdenbire son mektup olur mu hiç!"


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder