17 Temmuz 2014 Perşembe

The Moonstone / Aytaşı – Wilkie Collins

Şu kapağın güzelliğine bak!

Unutulmayacak kadar farklı ve güzel bir kitap. Hintli Ay Tanrısı’nın başında bulunan Aytaşı’nın bir İngiliz’in eline geçmesi ile başlıyor. Dayısının doğum günü hediyesi olarak gönderdiği elmasın aynı gece çalınması ile başlayan giriş bölümü çok akıcı değildi. Birçok detay vardı ve okuyucu olarak dikkatim bir türlü ödüllendirilmedikçe kitap hızlı ilerlemiyordu. Buna rağmen üslup o kadar güzeldi ki ne yapıp edip kitabı geç de olsa bitireceğimi biliyordum J

Elmas evden çalındıktan sonraki olaylar hızlıca gelişti. Olaylar evin kahyası Betteredge, kendini hayır işlerine adamış dinibütün Miss Clack, Rachel’in kuzeni, elması Rachel’a ulaştıran Franklin Blake, eve olayı çözmesi için çağırılan dedektif Cuff, doktorun asistanı Ezra Jennings  tarafından 1. ağızdan anlatııyor. Collins izlediği bir davada kişilerin birbiri ardına yaptığı konuşmaların bütün olayın çözümünde kanıtlar zincirini nasıl tamamladığını görüp aynı yöntemi romanda kullanmış. Bir boya izinden, o boya izinin sürüldüğü geceliğin yakalanmamak için dikilivermiş kopyasından, Mrs Yolland’dan alınan iki hurda zincirden ne olaylar döndü ne olaylar J

Collins kayıp elmas hikayesinin aslında gerçek örneklerinden ilham aldığını söylüyor. Mesela Rus kraliyet asasındaki kocaman taş (the Orlov Diamond) bir Hint tanrısının gözüymüş aslında.

The Orlov Diamond.

 Bir de bilinen en büyük elmas olan Koh-i-Noor’u (Işık Dağı) öğrendim bu sayede. Wikipedia’ya göre Hintlilere ait olan bu kutsal mücevher savaştan sonra İngiliz yöneticiler tarafından ele geçirilmiş. 1850’de Kraliçe Victoria’ya sunulan bu elmas halen kraliçenin tacındaymış. Hindistan elmasın geri verilmesi için defalarca ricada bulunmuş ama David Cameron daha 2013’te “Elmas İngiltere’de kalacak” diye kestirip atmış.

Kraliyet tacına iliştirilmiş Koh-i-noor.
Romanın baş anlatıcısı kahya Gabriel Betteredge (Betteredge ne güzel bir isimdir ya J ) Olaya hep hanımefendi, beyefendi değil böyle kahya, hizmetçi  gözünden de bakabilmek güzel. Betteredge bir şeye canı sıkılınca hemen Robinson Crusoe’yu açıp karşısına neyin çıkacağına bakıyor. Soğukkanlı görünmeye çalışsa da Sergeant Cuff işin içine girince “detective-fever” dediği hastalık onu da sarıyor J Bazen anlatacağı birşeyden önce okuru hazırlaması var ki çok sevimli:

“Dikkatli dinleyin, yoksa hikayenin biraz derinine indiğimizde kafanız başka yerde olacak. Çocukları, akşam yemeğini ya da yeni şapkanızı, her şeyi çıkarın aklınızdan... Umarım cüretimi yanlış anlamazsınız; sevgili okuyucunun ilgisini çekebilmenin tek yolu bu. Tanrım! Sizi elinizde en büyük yazarların kitaplarıyla görmedim mi; ve insanlar değil de kitaplarsa dikkatli olmanızı isteyen, dikkatinizin hemen dağılmaya hazır olduğunu bilmez miyim?”

Collins’in muzipliğini bu sefer Sergeant Cuff suretinde gösterdiği bir bölüm: Betteredge, Rosanna Spearman’ın tuhaf davranışlarını Cuff’a açıklamak için “Bay Franklin’e gönül verme deliliğinde bulunmuş” diyecek olur. Cuff ise “Çirkin bir kız ve sadece bir hizmetçi olmak deliliğinde bulunmuş demeniz gerekmez miydi? Franklin Blake’in görünüşü ve karakterinde bir insana aşık olmak bana delilikmiş gibi gelmiyor.”

Rachel’ın kendi elmasını çalmış süsü vererek sakladığını ima etmesi üzerine Sergeant Cuff, Betteredge’ın gözünden düşer: “Her şeyin en iyisinin ona servis edilmesine özen gösterdim. Bu iyi şeyler o an boğazına dursaydı üzülmezdim.”

Betteredge’dan sonra kalemi Miss Drusilla Clack alıyor. Karikatür gibi bir karakter olan bu hanım teyzesi Lady Verinder ile Rachel Londra’ya taşındığında onlara sık sık gidiyor. Teyzesi hastalanınca onu bu ehl-i keyif hallerinden kurtarmak için bir sürü kitap götürüp evine bırakan, Rachel’in diğer kuzeni “hayırsever” Godfrey Ablewhite’ı bir kahraman kabul eden Clack, Betteredge’ın aksine Rachel’dan “geçimsiz, tuhaf, güzel bile değil” diye bahsediyor.

Collins, kadın karakterleri Viktorya döneminin ortada hayalet gibi gezinen, nezaketten ve etiketten kırılacak kadın prototipinin dışına çıkarmış. Rachel Verinder, merak ettiği bir şeyi doğrudan soruyor, kızdığı bir insana doğrudan sövüyor. Rosanna Spearman mesela, eskinin becerikli hırsızı, sonra Verinder malikanesinde hizmetçi oluyor. Franklin Blake’e olan aşkı karşılık bulmayınca hiç olmazsa onun suç ortağı olmaya çalışıyor.

Kitap, ana hatlarından bahsetmek için bile fazla uzun ama ben onu iyi bir dedektiflik hikayesi yapan bazı detayları sıralamak istiyorum. Mesela, Franklin Blake’in boya sürülmüş geceliği Rosanna sayesinde ele geçirip geceliğin etiketinde (?) kendi ismini okuyuncaki şaşkınlığı, kendi isminin bir insanın karşısına böyle düşman gibi dikilebilmesi. İngiltere’nin en iyi dedektifi Cuff’ın  ilk tahmininde değil, ikinci tahmininde hırsızı bulması, Rachel’ın bu 2. ve doğru tahmin olan Godfrey Ablewhite’a insanlar haksız yere onu suçlamasınlar diye kağıt imzalayıp vermesi... Yine önemli bir nokta, bazı  denemelerin bir sonuca ulaşmaması veya planlandığı gibi gerçekleşmemesi: Romana aniden giriş yapan doktorun asistanı Ezra Jennings, Collins’in bir izdüşümüymüş. (Collins tıpkı Jennings gibi ağrılarını bastırmak için afyon kullanarak bitirmiş the Moonstone’u yazmayı). Ezra Jennings’in planına göre Franklin Blake’e daha önce Dr. Candy’nin verdiği gibi afyon verilirse, Blake bu sefer taklit elması alacak ve diğerlerinin gözü önünde onu kendi odasında bir yere, daha önce gerçek Aytaşı’nı sakladığı yere saklayacaktır. Franklin elması alır, ama yere düşürür ve uyuyakalır bu sefer. Olur ve olmalı böyle şeyler, değil mi? J Ama önemli olan Franklin’in Aytaşı’nı afyon etkisindeyken aldığının Ezra tarafından ispatlanmış olması.

Franklin ve Rachel için mutlu son. Hintliler için de mutlu son. Gerçek hayatta İngiltere Koh-i-noor’u  vermeye yanaşmasa da, Collins’in kurgusunda Aytaşı Ay tanrısının alnındaki yerini alıyor. Collins de benim mutlaka okunacaklar listemdeki yerini sağlamlaştırıyor.


Küçük not: Bu Hint tarihinden kesitler içerisinde Gazneli Mahmut diye düşündüğüm bir “Mahmoud of Ghizni”nin Somnath şehrini yakıp yıktığı geçiyor.
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder