27 Eylül 2015 Pazar

Gora – Rabindranath Tagore


Nobel odullu bu kitap, Hint kulturu ile ilgili okudugum ilk kitap degilse de, Hintli bir yazardan okudugum ilk kitap. Yarim yamalak da olsa Hint toplumu ve gelenekleri uzerine bir seyler ogrenmek mutlu etti beni.

Romanin kahramani Gora, muhafazakar ve partili bir genctir. Kadinlarla ayni ortamda bulunmak, hele hele onlarla konusmak onun icin kabul edilemez bir seydir. En yakin arkadasi Binoy ise kurallarin biraz esnemesine karsi degildir, ozellikle kadinin toplumdaki rolu konusunda cok tartisirlar:

‘Kutsal kitaplar, kadinin yuvasinin isigi oldugu icin saygiya deger oldugunu ogretir… Sadik bir es, bir ana olarak kadin bizim saygimiza, hayranligimiza layiktir. Ama onu bu temelden indirip cekiciligini ovmeye kalkarlarsa ona hakaret etmis olurlar.’

‘Ingilizler gibisin sen de. Her yerde kadinlari gormek istiyorsun. Evde, ev disinda, her yerde, yemeklerimize, calismamiza katilmalarini dusunuyorsun. Bunun icin, senin fikrin kabul edilirse kadinlar erkekleri golgede birakacak.’

‘Kadinlarimizin toplum hayatina hangi olcude ve ne bicimde karisacaklarini bildigimi iddia edecek degilim. Ama suna eminim ki, kadinlar Pudrah’in arkasinda sakli kaldikca memleketimiz bizim icin gercek olgunlugunu bulamayacak.’

Rahat ol Gora, yuzyillarin sindirilmisligini kolay kolay atamaz kadinlar, sen bir muddet daha rahat rahat takilirsin.

Binoy ara sira gittigi Brahmo Samaj toplantilari yuzunden de Gora’nin alay konusu olur. Cunku bu hareket bilgeligi ve sevgiyi temele alan ve insanin ozgurlugunu savunan, medeni toplumlardan nefret etmeyen bir tarikattir. Gora ise diger milletlerden, ozellikle Ingilizlerden nefret eder, Hintlilerin bunlari dislamakla yukselebilecegine inanir. Binoy, arkadasinin kati tutumundan bunaldiginda, Gora’nin annesi Anandamoyi’yi ziyaret eder ve onunla dertlesir. Zira o toplum kurallarini onemsemeyen ve bunun icin dislanan bir kadindir.

Oysa kurallar gercekten toplumun bir arada yasamasina kolaylik saglayacak turden degildir. Mesela, zengin aile mensuplari, dusuk kasttan birinin hazirladigi yemegi murder saymali ve yememelidir.

Hikaye Binoy’un evinin onunde olan bir kaza sonucu Pares Babu (babu, bey demektir) ve cocuklari ile tanismasi ile baslar. Ailesindeki kadinlardan baska kadin tanimamis olan Binoy, Pares’in kizi Susarita’yi begenir. Yasli adamin durumunu sormak icin evlerine gider ve duzenli olarak ziyarete baslar bu evi. Evin ikinci hanimi sosyete ozentisi Barodo Pares’e Labonya, Lolita ve Lila adinda kizlar vermistir. Susarita ve Satis ise diger hanimdandir.

Gora’nin abisi Mohim ise kizi Sasi’yi Binoy’la evlendirmek icin Gora’dan yardim istemistir. Gora ise Binoy’un Brahmo Samaj’a mensup ailelerle dusup kalktigini ve iyi bir Hindu olmadigini soyleyip yardim etmeyi reddeder. Yardim goremeyince Mohim kizini almasini istemeye Binoy’a gider. Bir kizin uzun sure evde beklemesi babasi icin utanc tabi. Evden baska yerde olmasina zaten izin yok…

Diger tarafta ise, Susarita’nin kuzeni Haran, Barodo’nun itelemeleriyle onu babasindan ister. Pares Babu hayret eder cunku Haran’in kizlarin onsekiz yasindan once evlenmelerine karsi oldugunu dusunmektedir. Haran ise her seyi kafasina gore esnetebilen o malum insanlardan oldugu icin ‘Bu kaide Susarita’ya uygulanamaz!’ der. ‘Cunku zekasi yasindan umulmayacak kadar gelismis bulunuyor.’ Maazallah, gozu acilmasin da… Goruyorsunuz ki, donemi elverdigince feminist mesajlara yer ayirmis bir kitap bu.

‘Haksizligin onunde boyun egen de sucludur. Cunku boylece dunyadaki butun kotuluklere goz yummus olur. Belki beni anlamiyorsunuz ama sunu bilin ki, din kotuleri cesaretlendirecek kadar safdil olmayi asla emretmez.’

Binoy, Susarita ile de din ve toplum uzerine konusabilmektedir artik. Binoy bu konusmalarda, kendinden daha atesli bir muhafazakar olan Gora’nin savunduklarina da yer verir. Bunlar, devlet yoneticilerine yoneltilen zamansiz elestirilerdir:

‘Bizim gercekten kutsal insanlara, ustun insanlara ihtiyacimiz var. Sadece bunlari butun kalbimizle, butun ruhumuzla istesek sahip olurduk boyle insanlara. Ama bunlari gelip gecici bir hevesle istemekle yetinirsek, dunyayi seytanlarla doldurdugumuz icin memnun olacagiz. Oyle seytanlardir ki onlar, islemiyecekleri suc yoktur. Iste boyle yaratiklarin ayaklarinin tozunu baslarimizin ustune silkeleyerek hayatlarini kazanmalarina goz yumuyoruz.’

‘Tecrube gostermistir ki, gorevlerinde yukseldikce yobazlasiyorlar. Baska bir adamin omuzlarinin ustunde yukselince, oz yurttaslariniza caresiz tepeden bakiyorsunuz ve bir kere de kendinizden asagida gorunduler mi, onlara karsi haksiz davranmanizin onune gecilemez.’

Kast sistemine yonelik elestiriler de yer aliyor:

‘Bir kedinin yani basiniza oturup da yemek yemesinde hic bir kotuluk gormezsiniz. Ama bazi insanlar sadece bulundugunuz odaya girseler, siz elinizdeki yiyecekleri atmak zorundasiniz. Insanin insana karsi gosterdigi bu kucumseme ve hakaret sistemini nasil mahkum etmeyebiliriz?’

‘… filozoflarca tasarlanmis olan esitlige ragmen, asagi kastlarin Tanri’nin tapinagina bile girmelerinin yasaklandigini goruyoruz. Tanri’nin evinde bile esitlik olmadiktan sonra, felsefemizde bunun bir kavram olarak bulunmasindan ne cikar?’

‘Kaba ve korkunc bir sofulukla yasaklari dinin temeli sayiyorlardi. Sanki butun dogustan gelen egilimleri, azicik kurallarin disina ciktiklari zaman kendilerini cezalandiracak olan yasaklardan bir ag icine alinmis gibiydi. Bu da onlari gunun her saatinde her turlu hareketten onluyordu. (…) Bu kolelikte onlari iyi ve kotu gunlerinde birbirine destek olacak bir birlik yaratmalarina yarayacak unsurlar yoktu.’

Hint bilgeliginden bolca nasibimizi aliyoruz:

‘Bir kimseye zihnini bir problem kurcalamadan once bir teori sunmak, karni acikmamis olan birine yiyecek vermek gibi bir seydir. Bu istihayi kacirip hazimsizliga sebep olur.’

O sirada Susarita  yillardir gormedigi teyzesine kavusur. Basta bu sevindirici olsa da sonradan Harimohini teyzenin sofuluklari ve kurnazliklari can sikmaya baslar. Mesela, Susarita’ya kismet bulup Susarita o kismet reddedince Gora’dan ona verilmek uzere evliligin faziletleri ile ilgili bir dini metin yazmasini ister:

Evlilik Kadin icin, yukselisini gerceklestirecegi yoldur… Baslica odevi aile yuvasindadir. Evlilik, asla kendini tatmin etmenin bir yolu olmayip bir hizmet ve feragat hayatidir. Bu hayat kendisine sevinc veya aci da getirse, gercekten dindar olan kadin, saf, sadik ve faziletli olarak buna katlanmali ve aile ocaginda dinin canli bir timsali olmalidir.’

Gora hapse girip cikmistir, babasinin sofulugu nedeniyle yillardir kendisinden saklanan sirri ogrenir: Babasi ‘Oldugumde cenazeme gelmeyeceksin!’ demistir. Annesinden kendisinin Irlandali ve hic bir zaman Hindu dini tarafindan kabul gormeyecek bir insan oldugunu ogrenip hayatinin en buyuk sokunu yasar. Isguzar arkadaslari ona Ganj kiyisinda buyuk bir arinma toreni hazirlamistir ama o bunu istemez:

Hindistan’in bir ucundan oteki ucuna kadar butun tapinaklarin kapisi bana kapali. Artik hicbir torende yerim yok benim. (…) Bugun ozgurum Pares Babu. Artik ne bir kire bulasmaktan, ne de kastimi kaybetmekten korkum yok. Durmadan arinmisligimi korumak icin cevremdeki seylere dikkat etmek zorunda olmayacagim.’

Haliyle Susarita’nin gurusu, Gora, iplerinden kurtulmustur artik. Susarita’nin elinden tutar ve Anandamoyi’ye saygilarini sunarak ozgur hayatina dogru yol alir. Bir kitap hikayesi de boyle bitti, siradaki!

4 Temmuz 2015 Cumartesi

L’Immoraliste / Ayri Yol – Andre Gide


Yetisme cabalarim devam etse de hala dort kitap geriden geliyorum. Ama bir sekilde hepsi yerini bulacak burada. Bu kitabi kus gibi hafifledigim bir gun, Ankara’da ust gecitten almistim. Bu yaziyi dingin bir ruh hali icinde yazmak isterdim ama hala onume ayni taraftan cikarilan engeller var. Bunlarin kalkmasi icin ise biraz vicdan lazim, o kadar.

Neyse efendim, Varlik Yayinlari, 1968 diyerek basliyoruz. Cabucak da bitiririz zira begenmedim kitabi J Michel adinda bir entelin hezeyanlari desem yeter bile. 19. Yuzyil sonlarinda  gecen hikayenin basinda Michel yakin arkadaslarini cagirarak basliyor anlatmaya:

Babasi gibi ‘akademik’ bir kisilik Michel. Sans eseri guzel bir hanimla, Marceline’le evleniyor. Balayindan itibaren anlamadigim bir sekilde surekli geziyorlar. Hastalandiklari zaman bile ‘belki suranin gunesi kemiklerimi isitir, belki suranin serinligi iyi gelir’ diye diye surekli geziyorlar. Hayir, biz bu Internet caginda bilet, aktarma, otel vs. zar zor ayarliyoruz: size nasil gittiginiz her ulkede bir arac, konaklama vs. bekliyor?

Adamimizda hep bir bosluk hissi. Kendi korusunda kacak avlanmalar, hirsizlik yapan cocuklara, kaba koylulere karsi bir alaka. Eserin isminden ve Menalque ile Michel’in konusmalarindan anliyorum ki adamimiz ‘ahlak’ sevmiyor. Haliyle zavalli Marceline verem olup olunce istedigi gibi sefih bir hayat surmek icin gun doguyor Michel'e. Ilginc olabilecek bir konu, bana gore iyi temellendirilemeyip bunaltici bir esere donusmus. (ya da : sen ne anlarsin Zeynep? )

‘Bu yolculuk suresince mutlulugumuz oyle esit, oyle sakindi ki, hicbir seyini anlatamam. Insanlarin en guzel eserleri acili eserlerdir hep. Bir mutlulugun  hikayesi ne olabilirdi? Mutlulugu hazirlayan, sonra da yikan seylerden baska hicbir sey anlatilamaz.’

Eklenti: Otobiyografik izler tasiyormus. Oldum olasi sevmem. Gercek hayat hikayeleri zaman zaman carpici olabiliyor, evet, ama bir yazarin hayat hikayesinin iyi olma ihtimali ne kadar? Bence cok degil. Yine de istisnalari aramaya devam. 


24 Haziran 2015 Çarşamba

North and South – Elizabeth Gaskell


“On earth is known to none
The smile that is not sister to a tear.’   ELLIOT

Baska baska seylerle ugrasirken tembel tenekeligim tuttu, okuduklarimin hikayesini yazmadim. Gec de olsa bu kitabin da notunu dusmeliyim buraya. Bristol’den almistim, ciltli versiyonunu bulamamistim, abebooks.com’dan da haberim yoktu o zamanlar J Kitabin tipi oyle gostermese de epeyce uzun bir romanmis, bitirmem uzun surdu.

Efendim, dikbasli ve durust Margaret Hale’in hikayesidir bu. Miss Hale Londra’da kuzeni Edith ve ailesiyle yasamaktadir. Edith’in evlenmesiyle o da Southampton’a anne ve babasinin yanina donecektir. Yasadiklari yer masalsi bir guzellige sahip, New Forest yakinlarinda Helstone adinda bir koydur. Dort ay yakinlarinda yasayip hava muhalefeti nedeniyle gidemedigim bir yer New Forest; dort ayin sonunda uzgun ve yorgun oradan ayrilmis oldugum icin icim buruldu bu koyun tasviri karsisinda. Ki Ingiliz koylerinin 21. yuzyilda bile ne kadar guzel ve temiz kalabildigini gormus biri olarak 19. Yuzyildaki hali zaten masal gibidir, diyebiliyorum.

Kizimiz iste Londra’dan bu guzel koye geri doner. Kati kurallari vardir, nedense ticaretle ugrasan insanlari hor gorur: ‘ Firincilara ve kasaplara hayran olmami beklemiyorsun herhalde, degil mi anne?’ der mesela. Kendi babasi koy papazidir, herkese yardim eder. Ne var ki bu adam, uzun okumalar sonucu itikadindan supheye duser hale geldigi icin papazligi ve ona ayrilan konutu birakmak istedigini kizina aciklar. Margaret cok uzulur ama on bes gun icinde babasinin karari uzerine kuzeye, bir endustri kenti olan Milton-Northern’e gitmek zorundadirlar.
Bundan bir gun once Edith’in esinin kardesi (biliyorum bunun icin guzel Turkcemizde bir kelime var) Helstone’a gelip onu ziyaret eder ve  ona ilan-i ask eder. Edith onu reddetmenin ve Helstone’den ayrilmanin yurek cirpintilariyla hazirliklarini yapar ve yola cikarlar. Surekli havadan sikayet eden annesini hizmetciyle birlikte deniz kiyisinda bir yere yerlestirip babasi ile ev aramaya koyulur. Margaret’in isim babasi Mr. Bell, bu kasabada fabrikasi olan Mr. Thornton’a yonlendirmistir onu. Mr. Thornton ve niceleri, zenginlesiyor olmalarina karsin egitim eksikliklerinin farkina varmis ve Mr. Hale gibi egitimli kisilerden ders almaya baslamistir. Mr. Hale de ozel ogretmen olarak  hayatini kazanacaktir.

Duvar kagitlari zevksizce kaplanmis bir ev bulurlar kafalarina gore. Kagitlarin degismesini isterler ama Mr. Thornton’un gizli mudahalesi olmadan ev sahibi bunu kaale almayacaktir. Mr. Thornton konusunda Gaskell bana gore cok iyi is cikarmis. Ilk gorusmelerinde, babasi disarda oldugu icin cekinmeden Thornton’u kabul eden Margaret, birkac dakika sonra can sikintisiyla etrafini izler ve bir tuccar olan bu beyi dikkate bile almaz. Eh, her zaman ilk goruste ask olacak degil ya… Sonraki gorusmelerinde ise isci ve isveren meselelerinden konusup, o donemde bir kadin ve erkek ne kadar tartisabilirse o kadar tartisiyorlar. Margaret ‘kadinlarin incir cekirdegini doldurmayan bos muhabbetlerindense erkeklerin ciddi meselelerini dinlemeyi seven’ bir kiz oldugu icin istisna sayilabilir tabi.

Kitabin ortalarina gelmisim, esime anlatirken farkediyorum ki Guney, insanlarin eski moda yasayislarini hala surdurebildigi, sakin ve muhafazakar bolgeyi; Kuzey ise sanayilesmenin estetigi bitirmeye basladigi ve insanlarin surekli acelesinin oldugu yerleri temsil ediyor. Pamuk fabrikalari var kuzeyde, isciler ucretlerinin artmasini isteyince Irlanda’dan ucuz isci getiriliyor.

Margaret fenalasan annesi icin zengin Thornton’lardan waterbed*  istemeye gittiginde, iclerindeki bu Irlandalilari istemeyen yerli isciler ayaklaniverir. Malikanenin kapisina kadar gelen ofkeli kalabalik bagirip cagirmaktayken Margaret Mr. Thornton’u iscileri ikna etmeye gonderir. Lakin insanlarin insanliktan cikmaya meyilli oldugunu gorur ve kapinin onune cikip kendini ona siper eder!

Bu, hikayenin kirilis noktasidir. Atilan bir tas Margaret’i bayiltacak ve Mr. Thornton da onu sevdigini anlayacaktir bu sayede. Askini actigi Margaret ise ‘o kalabaliktan herhangi biri olsa ona da kendimi siper ederdim’ diye cool davranacak ve bu davranis da Pride and Prejudice’e benzetilen bir yol verecektir oykuye. Lennox, bir an icin dostluk ve ask arasindaki ince cizgiyi asmis ve sonra pisman olmusken, Thornton ile hicbir zaman dost olmamistir Margaret.

Kayda deger bir yani, bas karakterin bir yandan fabrika sahipleri ile, bir yandan da isci sinifiyla gorusup bir nevi kopru gorevi gormesi. Margaret,  Nicholas ve kizi Bessy Higgins ile konusuyor, ne kadar fakir olduklarini, Bessy’nin is yuzunden bozulan sagligi nedeniyle yakinda olecegini goruyor. Kuzeyin anlasilmaz aksani kitap sayfasindan bile buram buram tutuyor valla: ‘hersel’, clemming, hoo, m’appen, nobbut’… Ne bunlar yaa diyordum ki kitabi bitirince arkasinda ‘glossary of dialect words’ gordum, taslar yerine oturdu. Hep sonradan gelir aklima, hep sonradan.

Dert, sikinti bitmiyor ki Margaret icin. Annesi fenalasiyor, ‘oglumu isterim’ diye tutturuyor. Oysa oglu, Frederick, isyan sucuyla idama mahkum edilmis bir denizcidir ve Ingiltere’ye gelirse davasi gorulecektir. Margaret’in bir mektubu ile bu talihsiz delikanli gelip annesini gorur ve ana ogul oylece el ele otururlar. Uykuda bile oglunun elini birakmayan hasta bir anne ve kardesinin yemegini bebek gibi kasikla veren bir abla.. Uyanip bu  manzarayi gorunce ‘cok bencilim, ama bu uzun surmeyecek’ diyor anne ve   kisa sure sonra son nefesini veriyor . Kizini da Mrs. Thornton’a  emanet ediyor.

Frederick giderken istasyonda onu taniyan bir sarhosu telef edip bir de Margaret ile beraber  Mr. Thornton’a gorunerek nurtopu gibi bir yanlis anlamaya sebep olur. Mr. Thornton artik Margaret’i gormezden gelmeye baslar ve bu Margaret’i cok uzmektedir. Beyimiz artik iscileriyle iyi gecinmekte, onlara cikan yemegin vs. iyilestirilmesi icin ugrasmaktadir. Sivri dilli isci Nicholas ile tartismakta, sorunlarini anlamaya calismaktadir. Hanimefendimiz ise kardesi ile ilgili olasi bir davanin nasil sonuclanacagini Londra’da bir avukattan sormakta ve kardesinin masumiyetine tanik olabilecek birini aramaktadir. 

Babasini da Cambridge’ye yaptigi bir ziyarette kaybeden Margaret, simdi vaftiz babasina emanettir. Kardesinin davasinin olmayacak is oldugu anlasilinca, onun Ispanya’da, nisanlisiyla daha mutlu olacagina karar verilir ama Margaret ne olacaktir? Bu Mr. Bell ‘Pearl’ diye hitap ettigi kizimizi (Margaret, inci demekmis) Helstone’a bir kez daha goturmeye karar verir. Margaret eski evlerinde oturur buldugu yeni papaz ailesini gorunce hicbir seyin eskisi gibi kalmadigini hisseder. Insanlari cikarinca bir mekandan ne kalir ki?

Artik toparlamam gerekiyor. Ispanya’ya mi gidecek, Bell ile mi kalacak, Edith’e mi gidecek Margaret… Onca ihtimalin arkasindan tabi bekledigimiz gibi yanlis anlasilma cozulur ve Margaret Mr. Thornton’a kalir. Karsilikli itiraflarin ardindan adamimiz cebinden birkac solmus cicek cikarir. Margaret bunlarin nereden geldigini anlamistir.
Aklimda kalsin istediklerim:

‘She wished she had spoken more – stronger. Sharp, decisive speeches came thronging into her mind, now that it was too late to utter them.’

‘What I do exclude is the remorse afterwards. Blot your misdeeds out (if you are particularly conscientious), by a good deed, as soon as you can; just as we did a correct sum at school on slate, where an incorrect one was only half rubbed out. It was better than wetting our sponge with our tears; both less loss of time where tears had to be waited for, and a better effect at last.’

‘She wanted everything to look as cheerful as possible; and yet, when it did so, the contrast between it and her own thoughts forced her into sudden weeping.’

‘The meanest thing to which we bid adieu,
Loses its meanness in the parting hour.’  ELLIOT

* waterbed, agrili hastalarin rahat etmesi icin su uzerinde yatmalarini saglayan bir yatak turuymus.

17 Mart 2015 Salı

Baskasinin Karisi / Chuznaya zena i muz pod kravatyu – Dostoyevski



Hay masallah o nasil bir isimdir… Eger ‘baskasinin karisi’ birebir ceviri ise Allah Rusca ogrenmek isteyene kolaylik versin.

‘Yenot kurklu adam’in, kiskanc ve cok bahtsiz Ivan Andreyic’in hikayesi bu. Karisini aramaya utaniyor da soranlara ‘yakin bir arkadasim israr etti, karisini takip ediyorum’ diyor. Glafira da oyle kurnaz ki her durumda kendini hakli cikariyor. Aile dostuna gider gibi baska dostuna gidiyor, asagida kocasi ve bambaska bir dostu acik vermemeye calisarak birbirinin agzini ariyor.

Ertesi gun operada Glafira’nin kimbilir hangi dostuna el altindan vermeye calistigi not alt locadaki bizim bahtsizin kafasina dusuyor. Bu kez ona baskin yapma niyetiyle nottaki adrese gidince yanlis kata acik buldugu kapidan daliyor. Bir kadinin saskin bakislari esliginde yatagin altina giriveriyor ama dunku ‘bambaska dost’u da orada buluveriyor.

Gerisi bir yigin eveleyip geveleme, odada kadin ve kocasi varken bu ikisi dakikalarca konusabiliyorlar, hayret… Odadaki kopek Amiska yanlarina gelince Ivan Andreyic boguveriyor onu. Kadin ve kocasi orada bulduklari bu kiskanc kocanin haline guluyorlar sadece. Eve gittiginde ise Glafira coktan gelmis, onun geciktiginden yakiniyor zeytinyagi kisilik. Bizimkini ise mendilini ararken cebine tikistirdigi cansiz Amiska’yi aciklamaya calisirken birakiyoruz. Cehov gibin.

Okudugum diger Dostoyevski eserlerinin aksine, betimlemelerden cok diyalog yogunlugu var ve tiyatro olarak izlesem daha cok eglenebilirdim sanki.


16 Mart 2015 Pazartesi

Frankenstein OR The Modern Prometheus – Mary Shelley



1816 yilinda Geneva yakinlarinda bir ahbap grubu, soguk ve yagmurlu havada atesin basinda toplanmis, ellerine gecen birkac hayalet hikayesi ile oyalanmislar. Bu hikayelerin benzerlerini yazmak icin muzipce bir istek duymuslar. Ne var ki, ilerleyen gunlerde hava duzelince gruptan iki kisi Alpleri gezmeye cikinca, olaganustu hikayelerin verdigi ilhami kaybetmisler. Sansliyiz ki diger kisi, tam bir klasik olacak olan hikayesini tamamlayabilmis.

Kitap, kutuplara bir kesif gezisine gidecek olan R. Walton’un kizkardesine yazdigi mektuplarla basliyor. Kaptan, bir arkadasa olan ihtiyacini anlatiyor bunlarda:

‘I have no friend, Margaret: when I am glowing with the enthusiasm of success, there will be none to participate my joy: if I am assailed by disappointment, no one will endeavour to sustain me in dejection. I shall commit my thoughts to paper, it is true; but that is a poor medium for the communication of feeling. I desire the company of a man who could sympathise with me, whose eyes would reply to mine. You may deem me romantic, my dear sister, but I bitterly feel the want of a friend. I have no one near me, gentle yet courageous, possessed of a cultivated as well as of a capacious mind, whose tastes are like my own, to approve or amend my plans. How would such a friend repair the faults of your poor brother!’

Meshur hikayemiz, boyle bir arkadasin eksikligini kolayca giderebilecek olan Victor’un buzullar uzerinde kurtarilip gemiye alinmasiyla baslar. Victor, meger ogrencilik yillarinda, benzeri gorulmemis bi rise kalkismistir: olu insan parcalarini birlestirip yeniden canlandirmak.

‘A new species would bless me as its creator and source; many happy and excellent natures would owe their being to me. No father could claim the gratitude of his child completely as I should deserve theirs.’

Bu ise o kadar dalar ki;  ayni evde buyuyup asik oldugu sevgili Elizabeth’inin endiseli mektuplari bile gecesini gunduzune katarak bu amac ugrunda didinmesine engel olamaz:

‘I was encompassed by a cloud which no beneficial influence could penetrate. The wounded deer dragging its fainting limbs to some untrodden brake, there to gaze upon the arrow which had pierced it, and to die- was but a type of me.’

Uzun denemeler sonucu elektrik sokuyla canlandirdigi yaratigin cirkin yuzunden o kadar dehsete duser ki, yaratik kendini sokaga atar. Sanilanin aksine yaratigin adi degildir Frankenstein; her ne kadar o adla bilinse de Victor yaratiga bir isim vermez.

Victor yasadigi sok yuzunden aylarca hasta yatar ve arkadasinin bakimi sayesinde iyilesir. Tam babasinin evine gidecegi zaman en kucuk kardesinin kayboldugunu ve bogularak olduruldugunu ogrenir. Kucucuk boyundaki kocaman parmak izleri cinayeti yaratigin isledigini belli eder Victor’a. Bazi nedenlerden evin masum hizmetcisi Justine’den suphelenilmistir. Kiz hapse atilir ama Victor kimseye bir sey anlatamaz. Justine idam edilince vicdan azabi daha cok artar. Bir gun evine yakin buzul daglarinda gezerken yaratik aniden karsisina cikar Victor’un. Meshur yuzlesme su sekilde olur:

‘Devil! Do you dare approach me? And do you not fear the vengeance of my arm wreaked on your miserable head? Begone, vile insect! Or rather, stay, that I may trample you to dust! And, oh, that I could, with the extinction of your miserable existence, restore those victims whom you have so diabolically murdered!’

‘I expected this reception. All men hate the wretched; how, then, I must be hated, who am miserable beyond all living things! Yet you, my creator, detest and spurn me, thy creature, to whom thou art bound by ties only dissoluble by the annihilation of one of us. You purpose to kill me. How dare you sport thus with life? Do your duty towards me, and I will do mine towards you and the rest of mankind. If you will comply with my conditions, I will leave them and you at peace; but if you refuse, I will glut the maw of death, until it be satiated with the blood of your remaining friends.’

‘Abhorred monster! Fiend that thou art! The tortures of hell are too mild a vengeance for thy crimes. Wretched devil! You approach me with your creation; come on, then, that I may extinguish the spark which I so negligently bestowed.’

‘Be calm! I entreat you to hear me, before you give vent to your hatred on my devoted head. Have I not suffered enough that you seek to increase my misery? Life, although it may only be an accumulation of anguish, is so dear to me, and I will defend it. Remember, thou has made me more powerful than thyself; my height is superior to thine; my joints more supple. But I will not be tempted to set myself in opposition to thee. I am thy creature, and I will be even mild and docile to my natural lord and king, if thou wilt also perform thy part, the which thou owest me. Oh, Frankenstein, be not equitable to every other, and trample upon me alone, to whom thy justice, and even thy clemency and affection, is most due. Remember, that I am thy creature, I ought to be thy Adam; but I am rather the fallen angel, whom thou drivest from joy for no misdeed. Everywhere I see bliss, from which I alone am irrevocably excluded. I was benevolent and good; misery made me a fiend. Make me happy, and I shall again be virtuous.’

‘Begone! I will not hear you. There can be no community between you and me; we are enemies. Begone, or let us try our strength in a fight, in which one must fall.’

‘How can I move thee? Will no entreaties cause thee to turn a favourable eye on your creature, who implores thy kindness and compassion? Believe me, Frankenstein: I was benevolent; my soul glowed with love and humanity; but am I not alone, miserably not alone? You, my creator, abhor me; what hope can I gather from your fellow-creatures, who owe me nothing? They spurn and hate me. The desert mountains and dreary glaciers are my refuge. I have wandered here many days; the caves of ice, which I only do not fear, are a dwelling to me, and the only one which man does not grudge. These bleak skies I hail, for they are kinder to me than your fellow-beings. If the multitude of mankind knew of my existence, they would do as you do, and arm themselves for my destruction. Shall I not then hate them who abhor me? I will keep no terms with my enemies. I am miserable, and they shall share my wretchedness. Yet it is in your power to recompense me, and deliver them from an evil which it only remains for you to make so great that not only you and your family, but quit for ever the neighbourhood of man, and lead a harmless life, or become the scourge of your fellow-creatures, and the author of your own speedy ruin.’

Evet, filmlerdeki tasvirinin aksine, yaratigin orjinal hali  dilsiz veya akilsiz degil, kendini egitmis ve ikna kabiliyeti yuksek bir varliktir. Victor ilk kez yaraticinin yarattigina karsi gorevleri oldugunu ve onun kotulugunden yakinmadan once onu mutlu etmesi gerektigini dusunur. Adem, Havva’sini istemektedir.

Yaratik kendini kaderine terkedilmis bulunca ormanda bir kulube bulur. Icindeki yasli adami ve iki genci duvardaki bir delikten izlemeye baslar. Onlarin uzgun gorunusunden cok etkilenir ve dusunur: ‘Bu guzel yaratiklar, benim gibi yalniz ve kusurlu olmadiklari halde boyle mutsuzsa, ben mahvolmaliyim.’ Onlari dinleyerek konusmayi ogrenir, yasli adamin gozlerinin gormedigini farkeder. Bir gun kulubeden iceri ‘The Arabian’ karakteri, yani Safie girer. (Kim derdi Frankenstein romaninda bir Safiye olsun!)

Safiye meger yasli  de Lacey’in oglunun sevgilisi imis. Bunlar Paris’te yasarken, Safiye’nin Turk bir tuccar olan babasi ile Pariste’dir ama niyeyse hukumetle zitlasir ve tam Safiye’nin Istanbul’dan yanina geldigi gun hapse atilir. Haksiz yere olume mahkum edilir ve bundan dolayi tum Paris halki ofkelenmistir. Malesef bu kararin sebebi tuccarin dini ve zengin olmasidir.

Safiye’nin annesi Hristiyan olan bir Arap’tir. Turkler tarafindan esir alinmis ve ona asik olan tuccar ile evlenmistir (…) Kadin, kizini kendi dinine gore yetistirir, ruhun ozgurlugunu ve keskin bir kavrayisa sahip olmayi amaclamasini ister ki, bunlar Muhammed’in kadin takipcilerine yasak edilmis seylerdir. Asya’ya geri donup hareme kapatilma korkusu gittikce buyumektedir. Bir Hristiyanla evlenip, kadina toplumda yer veren bir ulkede kalmak tek umududur. Hasili, Turkiye’de kalmak onun icin korkunctu; cunku bu ulke diniyle de duygulariyla da catisma icindeydi vs. gibi cumlelerle yazar ulkemizi gommus de gommus.
Safiye faslini gecersek, yaratik iyilik yaptigi, odun toplayip kapilarina biraktigi insanlardan ancak korku ve dusmanlik gormustur. Victor’dan bir Havva istemesi bundandir. O bu istegi kabul etmeyince aralarinda bir kovalamaca baslar. Victor her adimda bir dostunun daha olum haberini alir ve bu kez o yaratigin pesine duser. Hikayenin basinda kurtarilarak alindigi gemide hastalanarak olur.

Classic!

Son bir alinti:

‘It is so long before the mind can persuade itself that she, who we saw every day, and whose very existence appeared a part of our own, can have departed for ever- that the brightness of a beloved eye can have been extinguished, and the sound of a voice so familiar, and dear to the ear, can be hushed, never more to be heard.’



17 Şubat 2015 Salı

Trois Contes / Uc Hikaye – Gustave Flaubert



Buhranli donemlerin buhranli kitabi… Cizim kapagina ve yazarina aldanip aldigimi hatirliyorum. Ama hikayelerin hicbirini begenmedim. Temiz yurekli Felicite’si sevme ihtiyacini bir papagana yonlendiren safca bir kadin. Konuksever Aziz Julien’i bana gore tam facia, zira ‘gore’ elementler iceriyor. Julien her buldugu hayvani oldurdukce bana fenalik geldi. En son ‘yanlislikla’ anne babasini oldurdukten sonra tovbekar olup cuzzamli bir insana bile iyilik ettigi icin azizlik mertebesine yukseliyor. Hele Herodias’tan bir sey anlamadim. Bana yabanci yer ve kisi adlariyla dolu, duygulari tasvir etmekten uzak bir hikaye. Neymis, Herodias John the Baptist’i idam ettirmis. Ama bu boyle mi anlatilir yahu.

Neticede Madame Bovary’i okumak icin biraz cesarete ihtiyacim var artik J


Of Human Bondage / Hayatin Esiriyiz – Somerset Maugham


Ne ucaklar ne otobusler gordu bu da, tam bir yol kitabi oldu. 2015’te biten ilk kitap. Sahsim bu kitabi turlu cesit bunalimlarla hatirlayacaktir her zaman.

Anit Romanlar’in sevimli kapak cizimleri olan, sol ust koseye kondurulmus yazar portreli kitaplarindan biri bu. Vahdet Gultekin pek guzel cevirmis ama baksan ‘Insanin Esareti Uzerine’ gibi cool bir sekilde cevirilebilecek eserin adini ‘Hayatin Esiriyiz’ tarzinda arabeske baglamis sanki J Neyse efendim, bu okudugum ilk Maugham eseri idi, sonuncusu da olmaz bana kalirsa. Neden dersen, onsozu okumadan giristigim romanda cogu kez ‘bu adam yasamis da yazmis olmali, ne kadar dogal’ diye dusundugum oldu. Daha sonra onsozde bunun yazarin hayatindan bir hayli beslendigini ogrenince taslar yerine oturdu.

Belki carpicilik amaclandigindan, bircok eserde bu dogallik bulunmuyor. Mesela, ten renginden tiksindigi, tahta gibi dumduz diye tanimladigi, riyakar ve basit buldugu bir  Mildred’a yillar suren bir askla baglanan bir Philip Carey’i, kendi de ayni seyleri yasamadan nasil yazsin bir yazar? Ayni sekilde, cocukken kekeme olusunun ve Ingilizce’yi iyi konusamayisinin ona hissettirdikleri, topalligini saklamaya calisan Philip’te can buluyor.


Uzunca bir cizgi bazen ne cok sey sigdiriyor icine. Sevgilimi bekledigim o geceden sonra ne uzuntuler, ne hayal kirikliklari yasadik birlikte. Almak zorunda kaldigimiz bir kararin saskinligi hala uzerimizde. Ben de kitaplarin iyilestirici gucune siginacagim. Kaldigimiz yerden baslayalim o zaman.

*                  *              *
Perdelerin arkasina pusu kurmus Kizilderililerden saklanmak icin sandalyelerden kendine magara yapan bir cocuk. Tanidik bildik. Okumayi sever:

‘Belki kafasindaki ilk kapiyi o sehirlerden biri actigi icin olacak, Yakin Dogu’yu anlatan kitaplardan daha cok hoslaniyordu. Camilerin, zenginlik icinde yuzen saraylarin resimlerini gordukce yuregini bir heyecan aliyordu. Hele bir tanesi, Istanbul uzerine bir kitaptaki resim, kafasini allak bullak etmisti: Binbirdirek diyorlardi adina, Bizans’tan kalma bir sarnicmis, halkin kafasinda ucsuz bucaksiz bir yer halini almis. Resmin altindaki yaziya gore, sarnicin giris yerinde bir kayik bagli dururmus, onu goren ‘Binip su korkunc yeri gezsem!’ diye bir hevese kapilirmis ama, karanliklara dalanin geri dondugu hic gorulmemis.’

Kitaplarla iyilesme fikri romanda da var:

‘Cevresindeki hayati unuttu. Iki uc kere cagiriyorlardi da sofraya oyle geliyordu. Farkinda olmadan, dunyanin en tatli aliskanligini; okuma aliskanligini edindi. Kendisi bilmiyordu ama, boylece hayatin butun uzuntulerinden kacip siginacak bir yer bulmustu. Gene bilmiyordu ki kendisine bir hayal dunyasi kuruyordu; bu yuzden de gercek hayat onu  boyuna hayal kirikligina ugratacakti.’

Gerci kitaplar da bazen bunalimi katmerlemekten baska ise yaramiyor. Benim de cok yasadigim su durum gibi:

‘Bakti: okudugu uc sayfadan aklinda bir sey kalmamisti, bir daha bastan basladi. Sonra farkina vardi: Hep bir cumleyi bir daha, bir  daha okuyordu. Simdi okuduklari dusuncelere karisiyor, kabus icinde insanin boyuna soyleyip durdugu bir soz gibi korkunc bir sey oluyordu.’

*                 *               *
Amcasi sayesinde yoneldigi din, ona yeni seyler ogretiyordu:

‘Philip kalkti, diz cokup duasini okudu. O sabah hava soguktu, titriyordu ama, amcasi ogretmisti: Giyininceye kadar beklemeden, duasini gecelik entarisiyle okursa Tanri’nin hosuna gidermis, Philip buna hic de sasmamisti; kullarinin eziyet cekmesinden hoslanan bir Tanri’nin yaratigi oldugunu artik anlamaya baslamisti cunku.’

‘Buyudukce amcasini daha iyi tanimaya baslamisti. Durust bir cocuktu, ikiyuzlulugu hosgormezdi. Onun icin, bir adam nasil olur da, her gunku hayatinda hic gozetmedigi seyleri, sonra papaz kiligina girerek, kendi ogutleyebilir, anlayamiyordu. Ugradigi hayal kirikligi onu isyan ettiriyordu. Amcasi zayif yaradilisli, hep kendini dusunen bir adamdi, dunyada rahat yasamaktan baska bir istegi yoktu.’

*              *             *
Almanya’dir Fransa’dir geziyor adamimiz. Bir muhasebeci oluyor, bir doktorluga soyunuyor. Meyhanede Cronshaw isimli bir ayyas, hayatinin anlaminin bir Acem halisinda gizli oldugunu soyluyor ona:

‘Kafasinin icinde birdenbire bir pencere acilir gibi olmus da hayatin anlami olmadigini iki kere iki dort eder gibi acikca gormustu ya, bunun yanisira aklina bir sey daha gelmisti. ‘Cronshaw bana o Acem halisini iste bunun icin verdi’ diyordu:

Haliyi dokuyan kimse o cizgileri, cicekleri nasil sirf guzellikten duydugu zevkle islediyse, bir insan da omrunu oyle surebilirdi. Yok, “yaptiklarim elimde degil” derseniz hayati gene bir halinin cicekleri gibi sayabilirdiniz. Degilmi ki bir seyin faydasi yoktu, yapmasaniz da olur demekti. Yaparsaniz sirf kendi zevkiniz icin yapacaktiniz. Hayatin turlu cesit olaylarindan, yaptiklarinizdan, duyduklarinizdan, dusunduklerinizden bir hali dokuyacaktiniz.

Philip simdi mutlu olma istegini bir kenara birakmakla en son sacma hulyasindan da kurtulmus gibiydi. Sagladigi mutlulukla olctukce hayati pek korkunc gelmisti. Simdi hayatin baska bir seyle de olculebilecegini anlamisti ya, kendinde yeniden bir guc buluyordu. Aci kadar sevincin de degeri yoktu. Ikisi de hayatin butun oteki olaylari gibi, halinin dokunmasina yardim ediyordu.’

*              *             *
Bazilari mutlulugu aramayi birakinca buluyor. Philip de oyle buldu. Aile dostu Athelny’nin kizi Sally ile, serbetci otu toplama gunlerinde. Onunla kuracagi yuvanin hayaliyle Ispanya’ya gitme hayallerini bile unutuyor. Hayatinin  son muhasebesi:

‘Oyle geliyordu ki, butun omrunce baskalarinin sozleriyle, yazilariyla, ona asiladiklari dusuncelerin pesinden kosmus, icindeki istekleri hic dinlememisti. Yolunu hep benliginin istegine gore degil, ‘Soyle yapmaliyim, boyle yapmaliyim!’ dusuncesiyle cizmisti. Hep ileride yasamis, o gunku gun hep farkinda olmadan gecip gidivermisti.’