28 Nisan 2014 Pazartesi

Zavallı Çocuk – Namık Kemal


1961, Remzi Kitabevi.  Üç perdelik kısa oyun. Aslında hakkında yazmaya pek değmeyecek kadar sade bir eser. Ama bu blog benim için bir proje. Beğendiğimi de yazacağım, beğenmediğimi de… Kendimce bayağı garanticiyim, ilgi alanıma giren kitaplar genellikle Türk ve dünya klasikleri. Şunu da bir deneyeyim diye aldıklarım bazen böyle fos çıkıyor işte J (bkz. bittiği için mutlu olunan kitaplar)

Namık, aslında Kemal Bey'in mahlasıymış.

İlk perdede on dört yaşındaki Şefika ve on dokuz yaşındaki tıbbiyeli Atâ  birbirlerine aşklarını itiraf ederler. İkinci perdede babası sorduğu halde utancından Atâ’yı sevdiğini söyleyemeyen Şefika, aile borçlarının ödenebilmesi için bir paşayla evlenmeye razı olur. Evlenince verem olup yatağa düşer ve yaptığı fedakarlığı Atâ’ya anlatır. Atâ da durur mu, hemen bir doz zehir alıp Şefika’nın yanına kıvrılır. Babası Halil Bey’in “Zavallı çocuk!” nidasıyla perde kapanır. Bu.

Önsözde “eser gücünü sadeliğinden alıyor” minvalinden laflar etmişler ama ben öyle düşünmüyorum. Ha bir de Namık Kemal’in Victor Hugo hayranı olduğunu, Hugo’nun Hernani adlı oyunundaki ölüm sahnesi ile “Zavallı Çocuk”takinin benzeştiğini yazmışlar. Ben bilmem.

19 Nisan 2014 Cumartesi

Le Cercle de Famille / Aile Çevresi – Andre Maurois


Andre Maurois’le de böyle tanışmış olduuuk… Realizm-sonrası edebiyat döneminin temsilcilerindenmiş. Bu bana çok bişey ifade etti mi, hayır. Şu edebiyat akımlarıyla ilgili bi MOOC olsa da öğrensem ya… Lisedeki edebiyat bilgilerim yazılıdan sonra can çekişmeden ölen cinstendi.

 1984  basımı bu kitap Anıt Romanlar’ın bir parçası. Bunların da kendi çapımda koleksiyoneriyim J Hem kapak tasarımları çok hoşuma gidiyor, hem de tam metin ve güzel çevirileri var.  Bir de kapağın sol üst köşesine yazarın vesikalık boyutunda bir portresini koymuşlar ne güzel.

Kitap bana bir akıcı geldi nedense. Annesi ve iki kardeşi ile deniz kenarındaki bir evde tatilde olan Denise, bir gece uyandığında annesinin piyano çalan bir adamın omzuna elini koymuş, şarkı söylemekte olduğunu görür. Tekrar uyur, ama gün geçtikçe çocuk aklıyla hizmetçilerin, başka çocukların imalarını anlamlandırmaya çalıştıkça annesinin babasını doktor Guerin ile aldattığını anlar ve ona  sevgisi saygısı kalmaz. Dini kitaplar okuyan ve azize resimlerine baktıkça annesinin de onlar gibi tövbe edip bir azize olması için dua eden bir kız haline gelir.

Aslında ben Denise’in bazı huylarını ve tepkilerini kendime yakın hissetmiştim kitabın başlarında. Mesela fal tutması:

“Denise, ellerini yenlerine sokmuş, başı önde kaldırımın kenarını çeviren geniş taşlardan yürüyor ve bunları birbirinden ayıran çimento çizgiye basmamaya çalışıyordu. Eğer yol boyunca bu çizgilerden hiç birine  basmadan yürürse doktor gelemiyecekti. Gelmemesini de diliyordu içinden.”

Söylemeye çekindiği şeyleri, yazıya dökmek istemesi. Tedbirliliği, duygularından emin olmadan konuşması gerektiğinde üzerinde hissettiği baskı.  Küçük bir detayın hatırlatmasıyla birdenbire kafasında geçmişte kalmış bir şarkının çalmaya başlaması…

Denise, trende tanıştığı Jacques Pelletot’yu sever ve ondan çok şey bekler. Onun belirgin bir özelliğidir bu. Belki de kadınların büyük işler başarmasına izin olmadığını düşündüğünden, o da evlendiği erkeğin büyük işler yapmasına önayak olmakla teselli bulacaktır. Ama Pelletot daha evlenmeden rehavete kapılır ve doğup büyüdükleri taşra kentinde yaşamayı teklif eder. Paris’teki özgürlük ortamını seven Denise, Jacques’ı salıverir. Sevmediği halde aynı ümitlerle Edmond Hollman’la evlenir. Ona ömrü boyunca sadık kalacağını düşünürken,  onu değersiz bir adamla aldatır. Çocukluğundaki travmalar depreşir ve kocası onu affeder. Ama Paris’in havasından suyundan mı nedir,  Denise’in “eylemleri” sürecektir.

Bence Maurois ne yapmak istediyse onu başarıyor ( Dünya ekonomisi hakkında Paris sosyetesini konuşturduğu bölümler hariç… sorry, you lost me there ) Yani üç kız kardeş babalarının ölüsünün bulunduğu odanın kapısında nöbet tutup bayan Herpain’i içeri almadıklarında için ferahlıyor. “Adam ölürken bile yanında değildi, çocuklarla da onla da hiç ilgilenmedi zaten” diyorsun. Denise “dark side”a geçtiğindeyse pişmanlık ayılıp bayılmalarının ardından sadık bir hayat gelmiyor. Annesinin yaptığı hatayı yapıp, onun aksine hatasından dönen evlat olmuyor Denise. O gerçekten sevdiği doktor Guerin’le evlenmiş ve mutlu olmuşken Denise kimseyi sevmiyor. Öğrenciyken odasında sessizce oturup el ele tutuştuğu bir Ménicault vardı, ona aşık sanıyorsun, onun da metresi oluyor.

On beş yıl sonra annesinin evine tekrar geldiğinde, annesinin yaptığı hiç de bir günah, bir suç gibi gelmez ona. Bay Herpain’in ölüsünü ona son kez göstermediği için pişman olur. İçindeki yara kapanmıştır artık. İşte o zaman da diyorsun ki, “Annesinin durumu daha iyiymiş, Denise gibi hem ailesini ve çocuklarını perişan edip hem kendin mutlu olmamaktansa…”



16 Nisan 2014 Çarşamba

To Kill A Mockingbird / Bülbülü Öldürmek – Harper Lee


Bu kitap bana sevgilimin hediyesi J Okuyup beğendiği için değil, güzelmiş diye duyduğu için almış. Buna da şükür J  İsmini daha önce de duymuştum. Yazarın ilk ve tek kitabı olması, ve Pulitzer ödülünü kapıvermiş olması ilgimi çekmişti. Ama hikaye ile ilgili bir şeyler gözüme çarpmasın diye epey dikkat etmiştim.

Hikayenin küçük bir kızın bakış açısından anlatılmasını beklemiyordum.  Jean Louise “Scout” Finch, avukat babası Atticus ve abisi Jem ile küçük Amerikan kasabası Maycomb’da yaşıyor. Scout ve Jem özgür yetişen çocuklar. Gün boyu dışarıdalar, yaz tatillerinde onlara katılan hayal gücü geniş Dill (Jean Louise’e neden Scout diyorlar, Charles’la Dill ne alaka hiçbi fikrim yok. Siz Amerikalılar…)  ile türlü oyunlar icat ediyorlar. Komşunun evden yıllardır çıkmayan oğlu Arthur “Boo” Radley’i  gözetlemek başlıca eğlenceleri. Onunla ilgili dedikoduları duyup kendi aralarında piyes gibi canlandırıyorlar. Evde çok sıkıldığını düşünüp oltanın ucuna taktıkları notu pencereden ona göndermeye çalışıyorlar. Her ne kadar onlar o zaman bilmese de, alsınlar diye bahçelerindeki ağaç kovuğuna küçük hediyeler koyan da Arthur aslında.

Dill’in sokaktan biri gelirse haber vermek için aldığı zili Atticus burnunun dibine gelmişken hala çaresizce çalmaya devam etmesi çok komik J Çocuklar kendi kendilerine planlar yapıp uygulamaya çalışırken yakalandıklarında ne kadar komiklerse, babalarının onları yakaladığındaki şaşkınlık ve kabullenişi de o kadar komik aslında.

Okulda ve etrafta babaları hakkında sürekli “nigger-lover” denildiğini duyan çocuklar zamanla fark ediyorlar ki babaları tecavüz iddiasıyla hapsedilmiş siyahi bir adamı  savunmakla görevlendirilmiştir. Dahası babaları Tom Robinson’u gerçekten “savunmak” niyetindedir. Scout ve Jem siyahi bakıcıları Calpurnia  ile yetişmiştir. İçten içe farkındalardır ki her ne kadar Atticus onları farklı değerlerle yetiştirmiş olsa da, toplumun genelinde siyahiler soyutlanıyordur. Bir beyazla bir siyahi arasındaki bir davanın sonucu önceden bellidir. Öyleyken babaları Tom Robinson’u savunur, duruşmada anlarız ki Mayella Ewell babasının sorumlu olduğu darp izlerini onun üzerine atmış, kendisine tecavüz edildiğini iddia etmiştir. Aslında Mayella siyahi bir adamı öpmek istemiş olmanın utancı içindedir. Duruşmayı izlemek için salona girmeyi başarmış Scout Mayella’nın yalnız hayatı ile ilgili empati yapma gücünü kendinde bulur yine de… Dill ve Jem’i hırslarından ağlatan mahkeme kararı gelir: Daha önce siyahi aleyhine karar vermek jüri için birkaç dakikalık bir işken Atticus bu sürenin birkaç saate kadar uzamasını sağlamıştır. Bu sürenin sonunda jüri yine Tom Robinson’ı suçlu bulmuştur. Maalesef, zincirler bir gecede kırılamıyor. Bülbülleri öldürmek hala çok kolay. Fazla kolay.

 Kitabı özel kılan şey bence çocukların muhakeme yetenekleri ve bazen şakalarından daha komik olan ciddiyetleri. Kilisenin kalorifer dairesine kilitledikleri kadın korku içinde duvarları yumruklayıp büyükler tarafından kurtarılınca Jem’in yorumu: “İmanı yeterince kuvvetliyse yanmazdı ki zaten”. Veya Scout’un öğretmeninin davranışlarını sorgulaması (elimde Türkçe nüsha olmadığı için kendimce çeviriyorum): “Öğretmenim siyahilerin dersini vermenin zamanı gelmişti, diyor. Hadlerini aşıyorlar, yakında bizimle evlenmeyi bile düşünecekler, diyor. Hem Hitler’den bu kadar nefret edip hem de nasıl kendi ülkesindeki insanlara böyle zalim davranabiliyor?”

Bir de Miss Maudie Atkinson’dan bahsetmem lazım. Romanın çocukları en çok anlayan karakterlerinden biri. Onları yargılamayan, pasta yaptığında onlar için de iki küçük pasta yapan, cevaplarıyla eğlenmek için onlara tuzak sorular sormayan bir kadın. Bahçesindeki çiçekleri görüp “He cometh in vanity departeth in darkness!”  diyen radikal dincilere “A merry heart maketh a cheerful countenance!” diye anlayacakları dilden cevap vermesi çok hoştu.

Güzel bir filmi varmış kitabın, daha izlemedim. Ama son bölümdeki Scout’un okuldaki müsamereden “domuz eti” kostümüyle eve yürüyüşünü gözümün önüne getirip gülüyorum sürekli J Filme o kostümü koymuşlardır heralde, zira Scout’u Robert Ewell’in elinden o kostüm kurtarıyor. Kardeşini kurtarmaya çalışan Jem baygın olarak yere yatınca onu eve taşıyan adam da Arthur Radley çıkıyor. Onu gece  evine götüren Scout, o evin kapısında sokağa bakınca Arthur’un gözünden görüyor her şeyi. Yıllardır kepenklerin arasından kendisinin ve Jem’in ona nasıl göründüğünü … Evden sadece onların hayatını kurtarmak için çıkan bu adamı bir daha hiç görmez Scout.

“They don’t do one thing but sing their hearts out for us. That’s why it’s a sin to kill a mockingbird.”

“One maniac and millions of German folks. Looked to me like they’d shut Hitler in a pen instead of letting him shut them up. There was something else wrong – I would ask my father about it.”

“Neighbours bring food with death and flowers with sickness and little things in between. Boo was our neighbour. He gave us two soap dolls, a broken watch and chain, a pair of good-luck pennies, and our lives. But neighbours give in return. We never put back into the tree what we took out of it: we had given him nothing, and it made me sad.”


13 Nisan 2014 Pazar

Korku Haftası & Mavi Kentler & Antuan Rivo’nun Öldürülmesi – Aleksey Tolstoy

Kitaba özel komikli ayraç.

Varlık Yayınları’nın 1968 basımı bu kitap hakkında bilgi aradım, biraz hakkında okuyayım dedim ama yok, bir şey bulamadım. Aleksey Tolstoy bildiğimiz “the Tolstoy” un nesi oluyor diye baktım, uzaktan akrabaymışlar. Bazı bilimkurgu eserler vermiş A. Tolstoy. Kitapta üç hikaye var ama klasik Rus edebiyatı tadı vermiyor.

Korku Haftası

Hikayenin orijinal ismi ne manaya geliyor, çok merak ettim. Yani bu isim çok ilgimi çekmişti ama aslında hikayede bir haftaya yapılan aman aman bir vurgu yok. Okyanusun ortasındaki bir adaya gelişmiş dürbünler ve bir sürü füze depolayan, işini bilen patron misali Çinlileri de ucuz işçi olarak orada çalıştıran İgnatiy Ruf Ay’ı parçalamayı amaçlamaktadır. Yanına aldığı diğer dört kalantorla birlikte oluşan kaos ortamından yararlanıp borsayı düşürecek, dünyayı ele geçireceklerdir.  Füzeler yollanır, ay parçalanır. Biela kuyruklu yıldızının Dünya’ya yaklaşacağı günden faydalanan “Beşler”, basını kontrol altında tutarak Ay’ı kendilerinin parçalayacağını saklarlar. (Bu Biela, Hüseyin Rahmi’nin “Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç”ında “Müthiş Bila” diye andığı yıldızdır).

Ay parçalandıktan sonra geçenleri İgnatiy Ruf şöyle özetler:

İnsanlar bize, doğanın birer olayıymış gibi davransın, saygı duysun diye şu yere batasıca ayı parçaladık, dünya kapitalinin sahibi olduk, diktatörlüğümüzü ilan ettik. Ama sonuç ne oldu? … Genel yerlerde müzik çalınmasını yasakladım, bu sefer bütün şehir ıslık çalarak dolaşıyor sokaklarda. Meyhane ve tiyatroları kapattırdım, evlerde toplanıp daha ucuza eğlenmeye başladılar.”

Öhöm. “Yeni bir dünya” edebiyatının daha güzel örnekleri var şüphesiz, ama bu hikaye de  korku ikliminde uzun süre yaşanmayacağının altını çiziyor olabilir mi? Parlamentoyu ele geçiren “Beşler”e,  oradan yaylanmalarını telaşsızca söyleyen devrimci genç ve arkadaşları ile dünya nasıl değişmiştir acaba?

Mavi Kentler
Gelecekle ilgili varsayımlar yapan edebiyatı severim, iç karartıcı olsa bile severek okurum ve etkilenirim de. Bu hikayede güzel bir gelecek ihtimali var mimar Bujeninov’un kafasında:

“Apartmanların aynalı, basamak basamak taraçaları bitki ve çiçek doluydu. Damlarda ne bir baca ne bir anten; maviye çalan yeşil çimenliklerle örtülü geniş caddelerde ne tramvay teli, ne afiş kulübesi, ne araba vardı. Kentin ulaşım sisteminin tümü yeraltına aktarılmıştı. Evlerden çıkan pis hava, dev vantilatörler, emicilerle yer altı merkezlerine çekiliyor, orada temizleniyordu (…) Askeri üretimin sona ermesinden sonra kimya fabrikaları verimsiz, yabani toprakları işlemeye başlamışlardı. Tundra ve bataklıkların göz alabildiğine uzandıkları yerlerde ekin tarlaları uğulduyordu şimdi.”

Mavi Kentler’in yaratıcısıydı o; öyle ki üstün hizmetleri nedeniyle öldükten sonra “azot dolu bir kabinde dondurulup, bedenin molekül yapısını değiştiren güçlü manyetik gerilimler”le gençleştirilmişti.

Gerçekte ise savaş sinirlerini harap etmiş, iş göremez hale getirmiş ve onu sevdiği Nadya’nın gözünde bir asalak durumuna düşürmüştür. Arkadaşına söylediği gibi “yaşam çarkının içine girip öteki insanların içinde yitemiyordur.” Bir taraftan mavi kentinin projesi ile uğraşırken Nadya’nın başkaları ile olmasına dayanamayıp ikisine iftira atan kişiyi öldürdükten sonra bütün kasabayı ateşe verir. Sonra Mavi Kentin projesini kül olmuş meydandaki direğe asar.

Antuan Rivo’nun Öldürülmesi  hikayesi bana fazla yavan geldi, yazmıyorum buraya J



11 Nisan 2014 Cuma

Stories of Courtship and Marriage – Anthony Trollope


Romanlarının uyarlandığı filmlerden (He Knew He Was Right, The Way We Live Now ve Barchester Chronicles mesela) anladığım kadarıyla Trollope “bir Dickens değil”. Ama azimli bir Dickens okuyucusu onun bolca  yazdığı Viktoryen romanları okumaktan keyif alacaktır. Ben de, özellikle kadın karakterlerin yoğunlukta olduğu Trollope romanlarına dalış yapacağım ilerde. Şimdilik izdivaç ve flört temalı hikayelerinden oluşan bu kitapla başladım. Kitabı almamın nedeni biraz da dış görünüşünü sevmemdi – yazarı biliyorsam alırım tabi, öyle her beğendiğimi toplamam J Dili de şimdiye dek bloga konu olan Eliot, Dickens, Hardy romanlarına göre hissedilir şekilde sade, kolay okunuyor. Sadelik bu hikayelerde alıntı yapılacak aforizma dolu paragraflar değil,  bütün eserin iddiasız güzelliğinde göze çarpıyor.

Kitabın içinden çıkan ve "bu kitabı benle okuyacaksın" diyen ayraç.

19. yüzyıl İngiliz –bazen de Amerikan- kızları etrafında dönen hikayeler bazen bir evlilikle, bazen sürpriz ayrılıklarla sonuçlanıyor. Kir göstermesin diye hep kahverengi giyen, süslenmeyen Lucy Graham’ın sadeliği ve iyilikseverliği Abraham’ın  sevgisiyle ödüllendiriliyor. Yıllardır yosun topladığı koya gelip rızkına ortak oldu diye sinirlenen Mally, Barty suya düşünce onu kurtarır ve evlenirler.

Captain Broughton, Patience Woolsworthy’e aşk ilanında bulunur ama kız ağırdan almak yerine “ben de seni seviyorum, hem de tüm kalbimle!” dedi diye onu hafif bulur. E neresinden tutsan elinde kalıyor ama işte, İngilizlik, ağır duracaksın, “teklifinizi değerlendireceğim” diyeceksin J Sonra kız Broughton’daki bu gelgitleri anlıyor ve özgürlüğünü ona geri veriyor.

Bir de şu “dowry” meselesi var, Ruslardaki “drahoma”, bizdeki “çeyiz”e denk gelir heralde. Anlaşılan 19. yüzyılda İngiltere’de bir genç kız ne kadar iyi özelliklere sahip olursa olsun ailesi evlenirken ona yüklü bir miktar para hibe edemezse evlenemiyor, bir rahiple filan evlenmek zorunda kalıyor. Hikayelerin birinde Mrs. Miles’ın çok sevdiği bir üvey kızı var. Oğlu Philip bu kıza, Bessy’e aşık oluyor ama ailenin malları bölüneceği için, Bessy’nin çeyizi olmadığı için kadın ikisinin evlenmelerine yanaşmıyor. Trollope ise kızların çeyizlerinin kendileri olduğunu ve onlarla evlenmek isteyenlerin de bunu dikkate almaları gerektiğini savunuyormuş. 19. yüzyıl için güzel mesajlar.

9 Nisan 2014 Çarşamba

Şiir Alarmı: Ona Bir Kitap Vereceğim Rahatını Kaçırmak İçin


İlkokuldayken Türkçe kitabında okuma parçası olarak karşıma çıktı galiba "Rahatı Kaçan Ağaç" :) Neden olduğunu bilmesem de severdim. Hala neden olduğunu bilmiyorum ya... Hala da neşelendiriyor beni bu şiir. Bu ağaca çok yakıştı, onun şiiri olsun. Ama ben ona bir kitap vermeyeceğim, bu mevsimde öğreneceğini kendi öğrenebilir zaten.

Melih Cevdet Anday'ın bir tek adını bilirdim. Bir de bu şiirini biliyormuşum da, onun olduğundan haberim yokmuş.  Ben de hafızamın derinliklerinde kalmış şiirler alarm verdikçe kendilerini bu blogda konuk edeceğim.

RAHATI KAÇAN AĞAÇ

Tanıdığım bir ağaç var
Etlik bağlarına yakın
Saadetin adını bile duymamış
Tanrının işine bakın.

Geceyi gündüzü biliyor
Dört mevsimi, rüzgarı, karı
Ay ışığına bayılıyor
Ama kötülemiyor karanlığı.

Ona bir kitap vereceğim
Rahatını kaçırmak için
Bir öğrenegörsün aşkı
Ağacı o vakit seyredin.



7 Nisan 2014 Pazartesi

Les Desenchantees / Hayal Kadınlar – Pierre Loti


Altın Kalem Klasikler dizisinden. Basıldığı yılı bilemiyorum. “Batı’ya açılan Osmanlı toplumunda, eski geleneklerle yeni görüşler arasında çelişkili, acılı bir hayat süren kadınların yaşayışlarını, gönül bağlantılarını”  konu alıyor. Okuduğum ilk Pierre Loti romanı ve çok güzel, çok… İstanbul seyahatim sırasında okumak istiyordum, sonrasında okuyabildim. Ama sınırlı bilgimle bile İstanbul’da tasvir edilen yerleri –Can Kayabal’ın güzel çevirisiyle-  gözümde canlandırmak muhteşemdi. Pierre Loti’ye göre, 1900’lerin başında hızla batılılaşıyor ve çirkinleşiyordu İstanbul.

Minareler, kubbeler şehri, dönüşü olmayan yaşlılığı içinde bile tek, ufku kuşatan muhteşem, eşsiz Marmara’nın mavi çemberiyle, kibirle çizilmiş belde…”


Deniz subayı Pierre Loti ve çok sevdiği İstanbul.

Romanın baş kahramanı ilk bakışta Pierre Loti’nin bir yansımasıymış gibi duran yazar Andre Lhery. Hikayenin başında Andre Fransa’da deniz kıyısında bir evde yaşamaktadır, fakat ikinci vatanım dediği Türkiye’nin özlemini çekmektedir. Bu sırada güzel bir Fransızca ile yazılmış, İstanbul’dan gelen bir mektup özlemini artırır.

Bu mektubu yazan İstanbul’da zengin bir ailenin kızı Cenan’dır. 1900’lerin başında Cenan ve diğer seçkin ailelerin kızları evlerinin her türlü konforuna mukabil sürekli Arap haremağalarının gözetiminde yaşamaktadır. Pencereden bakarken kafeslerin ardından etrafı seyreden gözleri, kır gezintilerinde de iki üç kat peçenin arkasından bakmaya mahkumdur. Evde geçirilen günler Cenan’a ancak dil öğrenmek, kitap okumak gibi eğlenceler vaat eder. Bu izole hayat kitapta iç acıtan tasvirlerle belirtilir:

“Bazen kafesin delikleri arasından parmaklarını dışarı çıkarttıkları da oluyordu; tıpkı mahkumların arada-sırada yaptıkları gibi. İşte o zaman içlerinde çılgınca bir yolculuk, dünyayı tanıma isteği uyanıyordu… ya da hiç olmazsa böyle güzel bir gecede çıkıp İstanbul sokaklarında dolaşmak, hatta sadece pencerenin dibindeki şu mezarlığa kadar uzanıvermek… Gelgelelim, bir Müslüman kadınının gece sokağa çıkmaya hakkı yoktu ki…”

Okuduğu kitaplardan birinin yazarına, Andre’ye mektup göndermeyi büyük bir suç olarak düşünse de, ona ulaşmayı becerir. Ertesi gün evlenecektir Cenan, ve mutluluktan çok isyan vardır içinde:

“Kendisine ait bu son gününde, ölüme gider gibi hazırlanmak istiyordu. Kağıtlarını, binlerce küçük anısını sıralayacak, birkaç saat sonra kocası olacak yabancının korkusu yüzünden yakacaktı; özellikle yakacaktı bunları. Ruhunun acısına çare yoktu; korkusu da giderek artıyordu (…) Bu defterleri de mi yakacaktı yani?... Yoo, buna cesareti yoktu işte! Bütün genç kızlık çağı, onüç yaşında yazmaya başladığı günlüğüydü bu; ilk defa çarşafa girdiği o uğursuz gün (çarşafa girdi derlerdi orada), yani ölünceye kadar yüzünü dünyaya saklamaya başladığı gün, İstanbul’un sayısız kara hayaletlerinden biri olduğu gün yazmaya başladığı günlüğü!”

Kızımız gamsız kedersiz geçirdiği çocukluk yıllarını, sanki başka birinden bahseder gibi  Andre’ye hitaben yazar ve der ki:

“Fakat bu yaşantıdan ayrılması alnında yazılıymış; çünkü düşünen bir yaratık haline dönüşmesi, kendi dönencesiyle sizinkinin bir gün bir noktada buluşmaları gerekliymiş. Ah! Ruhların ancak raslaştığı, buna rağmen, birbirlerini bir daha asla unutamadıkları bu karşılaşmaların yüce nedenini bize kim söyleyecek acaba? Çünkü siz de beni bir daha asla unutamayacaksınız, Andre…”

Cenan evlendirilir. Gelin hanım o gün çarşaf giymeyeceği için evden arabaya kadar giden yola ipek çarşaflar gererler ki yabancı erkeklerin bakışları üzerine değmesin. Kocasının konağına gelindiğinde gelin tahtına çıkarılır ki “ender görünen garip bir hayvan gibi” oturduğu yerde seyredilebilsin. Bu haremde, kadın kadına bir eğlencedir, konukların giyimi Avrupaidir:

“Ünlü modacılarınızın en son kreasyonları –şu budalalar gibi konuşmak gerekirse- öğretmenlerin birer Fransız, İsviçreli, İngiliz, Alman kızı gibi yetiştirdikleri, adları yine Hatice, Şeref, Fatma ya da Ayşe olan bu küçük insanların üzerinde. Yüzlerini hiçbir erkek görmedi daha.”

Andre ise yirmi beş yıl önce kaybettiği Necibe isimli Türk kızının etkisiyle yeniden Türkiye’ye gelmiştir. Mezarlık bekçilerinin dikkatini çekmemek için fes takıp tesbih sallayan Andre, sevdiği kadının mezarını yıpranmış halde görünce çok üzülür. Onun mezarını onartıp başka Türklere emanet etmek ister. O sırada Cenan onunla buluşmak istediğini yazar. Zeynep ve Melek adlı iki yeğeni ve halayıklarla beraber  dışarı çıkacaklar ve yolda halayıkları atlatacaklardır. Buluşurlar, tekinsiz bakışlardan korkarak, peçelerini açıp gözlerini bile göstermeden ayaküstü sohbet ederler. O kadardır işte. Ama bu o kadar değerlidir ki onlar için:

“… benliğimizin en iyi yönüne, ruhumuza ilgi beslediniz; oysa, efendilerimiz şimdiye kadar bunu alabildiğine savsaklamışlardı. Bir erkekle temiz bir dostluğun nasıl kurulabileceğini gösterdiniz bize.”

“Avrupa’dan gelen romanlarda, hayatlarının sonuna yaklaşan insanların, yitirdikleri hayalleri için, gözyaşı döktüklerini okuyoruz. Hiç olmazsa onların bir hayalleri var; hiç olmazsa bir kerecik olsun, yaşantılarında bir güzel hayalin peşinden gitmek zevkine ermişler! Bize gelince, Andre, bize bu fırsatı asla tanımadılar. Bizim yaşlılık dönemimize gelince, biz anılarımız için gözyaşı dökmek gibi iç karartıcı bir oyalanmaya bile sahip olamayacağız… Ah, hele sizi tanıdıktan sonra bunu o kadar iyi hissediyoruz ki!”

Cenan’ın kocası Hamdi Bey ne aptal, ne çirkin, ne de yaşlıdır. Ama işte böyleyken bile onu sevmek zordur. Cenan tam Adalar’a gidip onun özlemiyle geri dönerken Dürdane’yi Hamdi ile bulur. Ne var ki, bu da o dönem için pek anormal sayılmayan bir şeydir. Öyleyken Cenan padişahın yanına çıkıp evliliğinin bitmesi için irade ister. İleriki buluşmalarda Andre’ye yüzlerini gösteren Zeynep ve Melek’in aksine Cenan inatla ondan yüzünü esirgemektedir. Bir Ramazan günü herkesin uyumasını fırsat bilen kızlar, haremin neye benzediğini göstermek için Andre’yi gizlice konağa sokarlar.  Burada geleneksel oyunlarını, eski kıyafetleri içinde ona sergilerler. Cenan burada kuralı bozmuş ve yüzünü Andre’ye göstermiştir. Bu ziyarette hazır bulunan kızların öğretmenine kızlar hakkındaki memnuniyetini sorar ve şu cevabı alır Andre:

“Ne yazık ki çok memnunum!... Her şeyi çok çabuk öğreniyorlar; çok da zeki çocuklar. Yarının kadınlarına çekecekleri acının mikrobunu aşılamaya alet olduğum için aslında pişmanım.. Temiz yürekli ablalarından çok daha erken solacak olan bu taptaze çiçeklere acıyorum…”

Andre ve Cenan arasında belli belirsiz bir sevgi filizlenir ama ikisi de bir sürü zincirle oldukları yere bağlıdır. Cenan’ın gözünde Andre hasbelkader dost olduğu ünlü bir yazardır, Andre ise sürekli onun ancak kızı yerinde olabileceğini telkin eder kendine. Bu sürüncemenin işlenişi o kadar gerçekçi ki… Yazılacak yeni bir roman hakkında konuşurken kendilerine de belli belirsiz göndermeler yapıyorlar, ama sonlarının ne olacağı belli olmuyor.

“Benim için ne olduğunuzu belki bir gün size söylerim. Benim çektiğim acı, sizin gidişinizden çok, size rastladığım, sizi tanıdığım içindir.”

“Günlerdir kendi kendime şöyle diyordum: Beni iyi edecek ilaç nerede? İlaç geldi, iri iri açılan gözlerim ilacı kemiriverdi. Zavallı parmaklarım ilacı tutuyor işte. Teşekkür ederim! Bana kendinden bir sadaka verdiğin için teşekkür ederim, düşüncenden bir sadaka.”

Ve Andre’nin sefaretteki görev süresi dolar. Fransa’ya dönecektir. Günleri azaldıkça huzursuzlanır, ama yine de gidecektir. 

“Onun gözleri de, benimkiler de toprak dolmadan önce, kendisini görebileceğim son, gerçekten son fırsattı bu…” Genç kadına hayatında bir daha rastlamayacağından böylesine emin olmak, yine de böyle gitmek, bir kere daha görmeden gitmek… hayır! Doğrusu bunu beklemiyordu. Öyleyken, yine de hayal kırıklığını, boğucu hüznünü tek kelime bile söylemeden sineye çekti.

Cenan padişahın boşanmaya dair iradesini geri çektiğini öğrenince ölmek ister. Her ne kadar kitapta “cehalet mutluluktur” fikri sık sık işlense de, o bilmenin insan olmanın gereği olduğunu savunur Andre’ye son mektubunda:

“Uyuyan ruhları uyandırmanın, uçmaya kalkışacak olursa, kanatlarını kopartıvermenin bir cinayet olduğunu, kadınları eşyanın edilgenliğine indirmenin alçaklığını anladınız mı?”

Ve maalesef geç kalmış itirafı ile mektubunu bitirir:

“İnsan ölünce, her şeyi itiraf edebilir. Artık yeryüzü kuralları benim için geçerli değil. Gideceğim şu sırada sizi sevdiğimi ne diye itiraf etmeyecekmişim?”

Dram olacaksa böyle olsun!

2 Nisan 2014 Çarşamba

Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç


Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç – Hüseyin Rahmi Gürpınar

Yine H.R.G., yine Atlas Kitabevi’nden. 1972 basımlı bu kitabı hesapta yazarın Heybeliada’daki evini gezerken okuyor olacaktım. Maalesef gittiğimde müze kapalıydı, başka bahara kaldı.

Kitabın orijinal bir konusu var: 1910 yılında, Halley kuyruklu yıldızının Dünya’ya çarpacağı konuşulmaktadır. Kadın düşmanı ama romantik adam İrfan Galip, mahallenin bütün kadınlarını kuyruklu yıldız hakkında vereceği konferans için evine toplar. Sürüp giden bu konferanslarda Halley’in Dünya’ya çarpması ile ilgili korkunç senaryolarını rüyasını anlatır gibi anlatır. Yetmedi en korkunç yerinde ışıkları söndürür, üst katta tembihlediği hizmetçi büyük bir gürültüyle masaları devirir, odanın içinde kestane fişekleri patlar. Kadınların ayılıp bayıldığını gören İrfan yaptığı şakaya pişman olur.

 Konferanstan sonra “kadın olduğuna üzgün bir zavallı”dan isimsiz bir mektup alır:

Ben spor delisiyim, ah ne yapayım ki Tanrı beni kadın yaratmış. Alp dağlarına gidenleri, Mont-Blanc’a çıkanları, Mısır’da ehramları gezenleri, Baalbek harabelerinde dolaşanları, balonlara binenleri, uçaklarla uçanları, gazetelerde okudukça ne kadar imrendiğimi size tarif edemem (…) Bu kadar spor meraklısı olup da nereyi gezdiğim var? Hele o kapanık kış günlerinde sıkıntıdan patlarım. Tanrı bilir ya, evde piyanom var, mandolinim var, udum var. Kitaplarım, nakış işleyen makinelerim, her şeyim var. Ama bazen o kadar sıkılırım ki bunların hepsini pencereden bahçeye atasım gelir (…) Annemden izin isterim. Sokağa gönder diye yalvarırım. Gönlü olursa yanıma dadımı, lalamı takar, yüzümü sımsıkı kapatarak Beyazıt’a kadar gönderir. (…) Birkaç ay önce şakacı komşulardan biri beni görmüş anneme söylemiş. Aman Yarabbi, işitmediğim lakırdı kalmadı. Meğerse bir kız için dama çıkmak pek ayıpmış. Bu memlekette kızlar için ayıp olmayan ne var acaba?”

İrfan, sonradan adının Feriha olduğu anlaşılan bu sıra dışı kıza görmeden aşık olur. Kızın niyeti ise sadece meraklı olduğu kuyruklu yıldız hakkında malumat almaktır. İrfan’ı vazgeçirmek için dünya çirkini bir kız olduğunu söylese de inandıramaz. İstanbul sokaklarında eğlenceli bir kovalamaca sonunda, düğünü Halley’in çarpacağı gün yapmak şartıyla evlenmeye razı olur. O gece, hoş bir benzetmeyle Halley’in kuyruğuna benzetilen kuyruklu gelinliğiyle gelip İrfan’ı çatıdaki kuleli balkona çağırır. Orada damada sıra dışı davranışları hakkında açıklama yaparken bir de bakarlar ki yıldız Dünya’ya teğet geçmiş! İrfan Feriha’yı öper ve mutlu son J

Kitapta yine bol bol cahil “kocakarı” muhabbeti var. İlginç ve korkutucu yarı bilimsel tasvirler içerse de Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç, aslında bir gerilim romanı değildir. H.R.G.  önsözde şöyle der:

“Taa vaaz verenlerden tutunuz da teknik bilgi sahiplerine kadar insanların filozofları da, bilginleri de öbür kardeşlerini korkutma düşkünlüğünden kendilerini alamıyorlar. Bir gerçekçi olarak böyle söylüyorum. Ama bir romancı olarak öyle demeyeceğim. Öbür meslektekiler gibi sözün yalan veya doğru olma ihtimalinden bahsedeceğim ki bu da benim sanatımın hakkıdır.

Hilesini önceden ortaya koyan bir hokkabaz gibi size gerçeği böyle açıkça söyledikten sonra yine korkarsanız artık kabahat bende değildir.”

Sonsözde de şöyle:

“Halley geri dönecektir. Ama yetmiş beş yıl sonra! Şu satırlara bakanlar içinde 1401 Rumi yılına kadar hayatta kalacak talihliler bulunursa geçirdikleri şu denemeye dayanarak gelecekteki evlatlarımıza yalanları hor görme lüzumunu tekrarlasınlar.”

Wikipedia’ya göre en son 1986’da görünmüş olan Halley’in 2061’de tekrar ortaya çıkacağı hesap ediliyormuş.