7 Nisan 2014 Pazartesi

Les Desenchantees / Hayal Kadınlar – Pierre Loti


Altın Kalem Klasikler dizisinden. Basıldığı yılı bilemiyorum. “Batı’ya açılan Osmanlı toplumunda, eski geleneklerle yeni görüşler arasında çelişkili, acılı bir hayat süren kadınların yaşayışlarını, gönül bağlantılarını”  konu alıyor. Okuduğum ilk Pierre Loti romanı ve çok güzel, çok… İstanbul seyahatim sırasında okumak istiyordum, sonrasında okuyabildim. Ama sınırlı bilgimle bile İstanbul’da tasvir edilen yerleri –Can Kayabal’ın güzel çevirisiyle-  gözümde canlandırmak muhteşemdi. Pierre Loti’ye göre, 1900’lerin başında hızla batılılaşıyor ve çirkinleşiyordu İstanbul.

Minareler, kubbeler şehri, dönüşü olmayan yaşlılığı içinde bile tek, ufku kuşatan muhteşem, eşsiz Marmara’nın mavi çemberiyle, kibirle çizilmiş belde…”


Deniz subayı Pierre Loti ve çok sevdiği İstanbul.

Romanın baş kahramanı ilk bakışta Pierre Loti’nin bir yansımasıymış gibi duran yazar Andre Lhery. Hikayenin başında Andre Fransa’da deniz kıyısında bir evde yaşamaktadır, fakat ikinci vatanım dediği Türkiye’nin özlemini çekmektedir. Bu sırada güzel bir Fransızca ile yazılmış, İstanbul’dan gelen bir mektup özlemini artırır.

Bu mektubu yazan İstanbul’da zengin bir ailenin kızı Cenan’dır. 1900’lerin başında Cenan ve diğer seçkin ailelerin kızları evlerinin her türlü konforuna mukabil sürekli Arap haremağalarının gözetiminde yaşamaktadır. Pencereden bakarken kafeslerin ardından etrafı seyreden gözleri, kır gezintilerinde de iki üç kat peçenin arkasından bakmaya mahkumdur. Evde geçirilen günler Cenan’a ancak dil öğrenmek, kitap okumak gibi eğlenceler vaat eder. Bu izole hayat kitapta iç acıtan tasvirlerle belirtilir:

“Bazen kafesin delikleri arasından parmaklarını dışarı çıkarttıkları da oluyordu; tıpkı mahkumların arada-sırada yaptıkları gibi. İşte o zaman içlerinde çılgınca bir yolculuk, dünyayı tanıma isteği uyanıyordu… ya da hiç olmazsa böyle güzel bir gecede çıkıp İstanbul sokaklarında dolaşmak, hatta sadece pencerenin dibindeki şu mezarlığa kadar uzanıvermek… Gelgelelim, bir Müslüman kadınının gece sokağa çıkmaya hakkı yoktu ki…”

Okuduğu kitaplardan birinin yazarına, Andre’ye mektup göndermeyi büyük bir suç olarak düşünse de, ona ulaşmayı becerir. Ertesi gün evlenecektir Cenan, ve mutluluktan çok isyan vardır içinde:

“Kendisine ait bu son gününde, ölüme gider gibi hazırlanmak istiyordu. Kağıtlarını, binlerce küçük anısını sıralayacak, birkaç saat sonra kocası olacak yabancının korkusu yüzünden yakacaktı; özellikle yakacaktı bunları. Ruhunun acısına çare yoktu; korkusu da giderek artıyordu (…) Bu defterleri de mi yakacaktı yani?... Yoo, buna cesareti yoktu işte! Bütün genç kızlık çağı, onüç yaşında yazmaya başladığı günlüğüydü bu; ilk defa çarşafa girdiği o uğursuz gün (çarşafa girdi derlerdi orada), yani ölünceye kadar yüzünü dünyaya saklamaya başladığı gün, İstanbul’un sayısız kara hayaletlerinden biri olduğu gün yazmaya başladığı günlüğü!”

Kızımız gamsız kedersiz geçirdiği çocukluk yıllarını, sanki başka birinden bahseder gibi  Andre’ye hitaben yazar ve der ki:

“Fakat bu yaşantıdan ayrılması alnında yazılıymış; çünkü düşünen bir yaratık haline dönüşmesi, kendi dönencesiyle sizinkinin bir gün bir noktada buluşmaları gerekliymiş. Ah! Ruhların ancak raslaştığı, buna rağmen, birbirlerini bir daha asla unutamadıkları bu karşılaşmaların yüce nedenini bize kim söyleyecek acaba? Çünkü siz de beni bir daha asla unutamayacaksınız, Andre…”

Cenan evlendirilir. Gelin hanım o gün çarşaf giymeyeceği için evden arabaya kadar giden yola ipek çarşaflar gererler ki yabancı erkeklerin bakışları üzerine değmesin. Kocasının konağına gelindiğinde gelin tahtına çıkarılır ki “ender görünen garip bir hayvan gibi” oturduğu yerde seyredilebilsin. Bu haremde, kadın kadına bir eğlencedir, konukların giyimi Avrupaidir:

“Ünlü modacılarınızın en son kreasyonları –şu budalalar gibi konuşmak gerekirse- öğretmenlerin birer Fransız, İsviçreli, İngiliz, Alman kızı gibi yetiştirdikleri, adları yine Hatice, Şeref, Fatma ya da Ayşe olan bu küçük insanların üzerinde. Yüzlerini hiçbir erkek görmedi daha.”

Andre ise yirmi beş yıl önce kaybettiği Necibe isimli Türk kızının etkisiyle yeniden Türkiye’ye gelmiştir. Mezarlık bekçilerinin dikkatini çekmemek için fes takıp tesbih sallayan Andre, sevdiği kadının mezarını yıpranmış halde görünce çok üzülür. Onun mezarını onartıp başka Türklere emanet etmek ister. O sırada Cenan onunla buluşmak istediğini yazar. Zeynep ve Melek adlı iki yeğeni ve halayıklarla beraber  dışarı çıkacaklar ve yolda halayıkları atlatacaklardır. Buluşurlar, tekinsiz bakışlardan korkarak, peçelerini açıp gözlerini bile göstermeden ayaküstü sohbet ederler. O kadardır işte. Ama bu o kadar değerlidir ki onlar için:

“… benliğimizin en iyi yönüne, ruhumuza ilgi beslediniz; oysa, efendilerimiz şimdiye kadar bunu alabildiğine savsaklamışlardı. Bir erkekle temiz bir dostluğun nasıl kurulabileceğini gösterdiniz bize.”

“Avrupa’dan gelen romanlarda, hayatlarının sonuna yaklaşan insanların, yitirdikleri hayalleri için, gözyaşı döktüklerini okuyoruz. Hiç olmazsa onların bir hayalleri var; hiç olmazsa bir kerecik olsun, yaşantılarında bir güzel hayalin peşinden gitmek zevkine ermişler! Bize gelince, Andre, bize bu fırsatı asla tanımadılar. Bizim yaşlılık dönemimize gelince, biz anılarımız için gözyaşı dökmek gibi iç karartıcı bir oyalanmaya bile sahip olamayacağız… Ah, hele sizi tanıdıktan sonra bunu o kadar iyi hissediyoruz ki!”

Cenan’ın kocası Hamdi Bey ne aptal, ne çirkin, ne de yaşlıdır. Ama işte böyleyken bile onu sevmek zordur. Cenan tam Adalar’a gidip onun özlemiyle geri dönerken Dürdane’yi Hamdi ile bulur. Ne var ki, bu da o dönem için pek anormal sayılmayan bir şeydir. Öyleyken Cenan padişahın yanına çıkıp evliliğinin bitmesi için irade ister. İleriki buluşmalarda Andre’ye yüzlerini gösteren Zeynep ve Melek’in aksine Cenan inatla ondan yüzünü esirgemektedir. Bir Ramazan günü herkesin uyumasını fırsat bilen kızlar, haremin neye benzediğini göstermek için Andre’yi gizlice konağa sokarlar.  Burada geleneksel oyunlarını, eski kıyafetleri içinde ona sergilerler. Cenan burada kuralı bozmuş ve yüzünü Andre’ye göstermiştir. Bu ziyarette hazır bulunan kızların öğretmenine kızlar hakkındaki memnuniyetini sorar ve şu cevabı alır Andre:

“Ne yazık ki çok memnunum!... Her şeyi çok çabuk öğreniyorlar; çok da zeki çocuklar. Yarının kadınlarına çekecekleri acının mikrobunu aşılamaya alet olduğum için aslında pişmanım.. Temiz yürekli ablalarından çok daha erken solacak olan bu taptaze çiçeklere acıyorum…”

Andre ve Cenan arasında belli belirsiz bir sevgi filizlenir ama ikisi de bir sürü zincirle oldukları yere bağlıdır. Cenan’ın gözünde Andre hasbelkader dost olduğu ünlü bir yazardır, Andre ise sürekli onun ancak kızı yerinde olabileceğini telkin eder kendine. Bu sürüncemenin işlenişi o kadar gerçekçi ki… Yazılacak yeni bir roman hakkında konuşurken kendilerine de belli belirsiz göndermeler yapıyorlar, ama sonlarının ne olacağı belli olmuyor.

“Benim için ne olduğunuzu belki bir gün size söylerim. Benim çektiğim acı, sizin gidişinizden çok, size rastladığım, sizi tanıdığım içindir.”

“Günlerdir kendi kendime şöyle diyordum: Beni iyi edecek ilaç nerede? İlaç geldi, iri iri açılan gözlerim ilacı kemiriverdi. Zavallı parmaklarım ilacı tutuyor işte. Teşekkür ederim! Bana kendinden bir sadaka verdiğin için teşekkür ederim, düşüncenden bir sadaka.”

Ve Andre’nin sefaretteki görev süresi dolar. Fransa’ya dönecektir. Günleri azaldıkça huzursuzlanır, ama yine de gidecektir. 

“Onun gözleri de, benimkiler de toprak dolmadan önce, kendisini görebileceğim son, gerçekten son fırsattı bu…” Genç kadına hayatında bir daha rastlamayacağından böylesine emin olmak, yine de böyle gitmek, bir kere daha görmeden gitmek… hayır! Doğrusu bunu beklemiyordu. Öyleyken, yine de hayal kırıklığını, boğucu hüznünü tek kelime bile söylemeden sineye çekti.

Cenan padişahın boşanmaya dair iradesini geri çektiğini öğrenince ölmek ister. Her ne kadar kitapta “cehalet mutluluktur” fikri sık sık işlense de, o bilmenin insan olmanın gereği olduğunu savunur Andre’ye son mektubunda:

“Uyuyan ruhları uyandırmanın, uçmaya kalkışacak olursa, kanatlarını kopartıvermenin bir cinayet olduğunu, kadınları eşyanın edilgenliğine indirmenin alçaklığını anladınız mı?”

Ve maalesef geç kalmış itirafı ile mektubunu bitirir:

“İnsan ölünce, her şeyi itiraf edebilir. Artık yeryüzü kuralları benim için geçerli değil. Gideceğim şu sırada sizi sevdiğimi ne diye itiraf etmeyecekmişim?”

Dram olacaksa böyle olsun!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder