4 Ağustos 2016 Perşembe

A Tree Grows in Brooklyn / Bir Genç Kız Yetişiyor - Betty Smith




Çocukluğumda okudum aslında, ama tekrar okumak istedim. Yoksulların hayatını okumak beni her zaman zenginlerin hayatını okumak kadar mutlu etmiştir. Yoksul bir ailede sorumsuz ama tatlı bir serseri olan babası ve güzel annesi ile yaşayan cılız küçük kız Francie’ye genç kızlığına kadar eşlik ettim. 

Her iki okuyuşumda da Francie’nin bir sonraki öğün ne yiyeceklerini bilmeyen ailesi beni şanslı hissettirdi. Kesinlikle çok güzel bir kitap, klasik olarak ne derece bir edebi değeri haizdir bilmem ama Nolan’ların yaşadığı apartman, evin önündeki o çirkin ağaç, paçavracıya ve bakkala kasaba vs. hep iki çocuğun gönderilmesi şeklinde okuduktan uzun zaman sonra bile hafızamda bu kadar canlı kalabilen ender eserlerden biri. 

Francie’nin her yemekte bir fincan kahve hakkı vardı. O bunun sıcaklığını ve kokusunu sever, içmezdi. Yiyecek bulamadıkları zaman annelerinin icat ettiği Kuzey Kutbu oyununu oynarlar, kutupta mahsur kalmış yardım bekleyen talihsizler olurlardı. 

‘Küçük kız, Williamsburg’daki bütün insanlardan daha az şeye sahip olduğu halde, nedense daha çok şeye sahip olduğunu hissederdi. Daha zengindi, çünkü edecek bir şeyi vardı. Şekerli çöreğini, tatlı lezzetlerden ayrılmak istemeyerek, ağır ağır yerken, kahvesi buz gibi soğumuştu. Rasgele müsriflik yapıyormuş gibi hissederek, gururlu bir tavırla fincanı musluğa boşalttı.’

‘Dünyadaki sevimli bebeklerin, birgün bu ihtiyar adam gibi birşey olmak için doğduklarını anlayınca içini anlamını bilmediği müthiş bir korku kapladı. Bu yerden çıkıp gitmeliydi, yoksa kendisinin de başına gelecekti. Ansızın, ayakları herkesi iğrendiren, ağzı dişsiz ihtiyar bir kadın oluverecekti.’

‘- Bir kız için bir kitap tavsiye edebilir misiniz?
  • Kaç yaşında?
  • Onbir yaşında.
Her hafta   Francie aynı ricada bulunur ve her hafta kütüphane memuru aynı suali sorardı. Kartın üzerindeki isim ona hiç birşey ifade etmezdi ve hiçbir zaman çocuğun yüzüne bakmadığı için, her gün bir ve her cumartesi günü iki kitap alan küçük kızı hiçbir zaman tanımadı. Bir tebessüm Francie için büyük birşey olurdu ve dostane birkaç söz onu o kadar mesut edebilirdi ki!’

France bir kitap kurdu olarak yetişti. Teyzesi atılmak üzere olan bir Shakespeare cildini kütüphaneden satın aldı ve bir İncil ile birlikte bunları bebek Francie’ye vaftiz hediyesi olarak verdi. 

Babasının önlüğünü hep Francie ütülerdi.Yahudi turşucudan alınan salatalık turşusu. Bayat ekmekle yapılan yemekler ve tatlılar. Noel gecesi artık satılamayacağı için ağaççının fırlattığı çam ağacını yakalayan iki küçük kardeş. 

Ev taşıdıklarında, kendilerinden önceki kiracı parasını ödeyemediği için piyanosunu alamaz. Birgün gelip geri alacağını söyleyerek onlara emanet eder. Anne Katie temizliğe giderek çocuklarının piyano dersi almasını sağlar. Babası güzel şarkılarını bu piyano söyler. Francie babasına hayrandır.

İskoçya ve İrlanda ezgilerini pek severim. Francie’nin babası sayesinde Molly Malone ve Annie Laurie gibi incilerle de tanışmış oldum. Her kitap bunu yapamıyor belki ama aklımda bir şarkı ile kalan romanlar pek hoşuma gider genellikle. 

‘Çocuğun muhayyile denen kıymetli bir cevheri olmalı. Çocuğun, içinde hiç mevcut olmayan şeyler yaşayan, gizli bir dünyası olmalı. Çocuğun inanması lazım. Bu dünyada olmayan şeylere inanmakla başlamalı. Sonra, dünya yaşanmayacak kadar çirkinleştiği zaman çocuk içine çekilip kendi hayal aleminde yaşayabilir.’

On dört yaşına gelinde Francie, babası da öldüğü için artık okula gitmeyip çalışmak ister. Annesi okulu bitirmesini istediği için biraz daha dayanıp mezun olur. Mezunların masasına konulması adet olan buketlerden birini kendi masasında da görünce başkasının sandı. Oysa kartta ‘Mezuniyet günü için Francie’ye, babasından sevgilerle’ yazıyordu. 

Tel sarma  işinde çalışmaya başladı Francie. Annesi gazetede tasnif memurluğu ilanı görünce, onaltı yaşında olduğuna inandırmaya çalışırlar işvereni.  Sonra liseye başlar. Askere gitmeden önce son günü olduğunu söyleyen bir genç, Lee, ona ‘Bir günlüğüne sevgilimmişsiniz gibi davranabilir misiniz?’ diye rica eder. Francie bu askere kendini kaptırır, ‘Till We Meet Again’ şarkısı ile ayrılırlar, evlenme sözü vererek. Ama gelen bir mektupla Francie anlar ki bu sözü başkası ile tutmuştur Lee. Kitap biterken, annesi bir polis memuru ile evlenmiş, Neeley babasının bir kopyası halindedir. Francie ise çok beğendiği, ama henüz sevmediği lise arkadaşı Ben Blake ile buluşmaya gidecektir. Avludaki o çirkin ağaç, dalları çamaşır ipine takılıyor diye kesilmişti. 


‘Avludaki bu ağaç … adamların kesmiş oldukları bu ağaç… köküne kadar yakmak için etrafında ateş yakmış oldukları bu ağaç… bu ağaç yaşıyordu! Ve hiçbir şey onu öldüremezdi.’

3 Ağustos 2016 Çarşamba

Cat’s Cradle / Kedi Beşiği - Kurt Vonnegut




İngiltere’den dönerken aldığım son kitap. Orada kitapçıları gezmek ve giysilerimi atarak bavulda yer açmak pahasına kitap almak en büyük zevklerimdendi. Modern klasiklerden biri olan bu kitap 1963’te Küba’da yaşanan misil krizinden bir sene sonra yazılmış. Dünya tam anlamıyla bir nükleer savaşın eşiğinde imiş. Kunkel önsozde demiş ki:

‘How nice it would be to return to this novel and discover that the old fears had melted away without any new terrors to take their place.’

İlgimi çekmeyen konularda son derece cahil kalabildiğimi bir kez daha gördüm bu kitapta. Mesela yakın tarih. Olayların çoğunun geçtiği San Lorenzo Cumhuriyeti’nin başkanı, Haiti’nin Papa lakaplı diktatörüne gönderme yapıyormuş. Herkesin ağzının suyunu akıtan prenses ise Arjantin’in Eva Peron’u gibiymiş. Hımmm…

Bokononizm kitabın benim için ilginç yanlarından biri olsa da, ben böyle düşünce veya inanç sistemlerinin Orwell’in 1984’ünde olduğu gibi daha kapsamlı olarak ele alınmasını seviyorum. 

Tobago adalarından iyi eğitimli ve zengin bir siyahi olan Bokonon, ılımlı ve şüpheci bir din oluşturmaya karar vermiştir! Hatta insan yapısı olduğunu itiraf etmesi onun en büyük erdemi olarak görülür. Kitap şöyle başlar:

‘Bu kitapta yazan hiçbir şey gerçek değildir.’

Karass insanlığın içindeki bazı takımlardır ki, Bokonon’a göre hiç hesapta yokken hayatınız başka birinin hayatı ile kesişmişse o kişi sizin karass’ınıza ait olabilir. Foma ise zararsız yalanlardır, söylenmelerinde sakınca yoktur. 

Baş kahraman Jonah, ‘Dünyanın Sona Erdiği Gün’ isimli bir kitap yazacaktır. Amerika’nın Hiroşima’ya ilk bombayı attığı gün neler olduğundan bahsedecektir. Ice Nine, yani  Buz Dokuz Dünya üzerindeki bütün suyu hızlı bir şekilde dondurabilecek bir maddedir. Jonah, atom bombasının babalarından biri olan Dr. Felix Hoenikker’in çocukları ile mektuplaşmaya başlar. Bombanın Hiroşima’ya atıldığı günden bir çocuk olarak neler hatırladığını sorar oğul Newton’a. O da babasının bir ip parçası ile ‘kedi beşiği’ adlı bir figür yapıp, şarkı söyleyip, onunla hayatında ilk defa oyun oynamaya çalıştığını hatırlamaktadır o günle ilgili. 

Küçükken oynadığımız bu ip oyunu imiş cat's cradle. See the cat? See the cradle?


Felix değişik bir adamdır, insanlar onun ilgisini çekmez. Newton ölümünden 1 yıl önce ondan annesi ile ilgili bir şeyler anlatmasını rica edince, bir türlü hiçbir şey hatırlayamaz. Gazetelere bile çıkan bir hikaye annesi ile ilgili şunu yazar oysa: Özene bezene hazırladığı güzel bir kahvaltıdan sonra kocasının kahve fincanı kenarına para koyarak ona bahşiş verdiğini. 

Bu ilginç karakter neye yönleneceğini bilmeyen serseri bir merak içindedir. Çocuk gibidir, Soğuk kış günlerinde Newt’in ablası Angela kardeşlerini sıkıca giydirirken aynısını babalarına da yapmaktadır. Birgün soğuklarda arabayı çalıştıramaz Angela. Onca denemeden sonra ağzını açtığında ‘Kaplumbağaları merak ediyorum’ der sakince ve o günden sonra kaplumbağalar olur yeni gözdesi. Atom bombasının yapılabilmesi için Manhattan Projesi’nden birtakım adamların gece vakti gelip kaplumbağaları çalması gerekecektir!

Donanmadan bir general, dünyadaki bütün çamuru katılaştıracak bir buluş ister Felix Hoenikker’den.  Hem de küçücük, hap kadar bir maddenin bunu sağlayabilmesini bekler. Felix neşeli bir şekilde karşılar bu teklifi, eski bilmecelere yepyeniymiş gibi bakabilmek onun mucizevi yönüdür. 

‘Now suppose … that there were many possible ways in which water could crystallise, could freeze. Suppose that the sort of ice we skate upon and put into highballs - what we might call ice-one - is only one of several types of ice. Suppose water always froze as ice-one on Earth because it had never had a seed to teach it how to form ice-two, ice-three, ice-four..? And suppose.. that there were one form, which we will call ice-nine - a crystal as hard as this desk - with a melting point of, let us say, one hundred degrees Fahrenheit, or, better still, a melting point of one hundred and thirty degrees.’

Jonah, kitabı için malzeme toplamak amacıyla aradığı büyük oğul Franklin’i Sunday Times’ın bir ekinde bulur. Bu San Lorenzo isimli muz cumhuriyetinin reklamıdır. Burası birçok defa el değiştirmiş ama kaybedenin de pek şikayet etmediği bir adadır burası. En son 1786’da Afrikalılar gelip buranın ‘bağımsız bir ülke’ olduğunu ilan ettiklerinde de hayıflanan olmamıştır. 1922’de deniz kazası sonucu karaya vuran Johnson (Bokonon) ve McCabe yönetime talip olduklarında da kimse karşı koymamıştır. Bir Ütopya yaratmak için McCabe ekonomi ve hukuka eğilirken, Bokonon yeni bir inanç sistemi oluşturmuştur. Fakat o ütopyayı oluşturamazlar çünkü San Lorenzo üretkenlik konusunda Sahra Çölü’nden farksızdır. Ülkenin toplam gelirini yetişkinler arasında eşitçe pay etmeye kalktıklarında herkese yedi dolar düşmüştür. 

İnsanların durumu bu kadar kötü olunca, onlara bir umut ışığı gerekmiştir. Gerçek, çok acımasızdır. Bu yüzden de insanların düşmanıdır. Bu yüzden Bokonon insanlara iyi yalanlar, daha da iyi yalanlar söylemeyi kendine iş edinmiştir. Jonah’ın merak ettiği, iki kafadardan biri olan McCabe’in, diğeri olan Bokonon’u neden sürgün ettiğidir. Burası da kara komedinin bir parçası: Bokonon sürgünü ve dininin yasaklanmasını kendi istemiştir, bunun takipçilerine daha bir kutsallık havası vereceğini düşünmüştür. Londra’daki mumya müzesinde gördüğü ‘kanca’nın Bokononistlere ceza olarak verilmesini bile o önermiştir!

‘Özgürlüğü seven’ bu ülkenin Amerikalı yatırımcı ve turistlere kucak açtığını okur burada. Muz cumhuriyetinin başındaki diktatörün üvey kızı Mona’yı bu kapakta görür ve o anda aşık olur Jonah. 26 yaşındaki Franklin bu ülkenin Bilim ve Kalkınma Bakanı olmuştur.

Kendi yazdığı makaleye göre Küba’dan denize açılıp bisküvi ve martı yiyerek hayatta kalan Frank, kendini San Lorenzo’da bulduğunda pasaportu olmadığı için önce hapse atılmış, sonra Hoenikker’in oğlu olduğu anlaşılınca bütün kapılar ona ardına kadar açılmıştır. Sözünü etmese de, yanında bir termos bardak içinde getirdiği ice-nine (buz-dokuz) parçası da vardır. 

Bokonon’un ‘öyle olması gerektiği için- şeklinde açıklayacağı gibi, bu dergi ekini okuduktan bir süre sonra başka bir dergi Jonah’tan San Lorenzo’ya gidip, orada bir hastane kurmuş olan Amerikalı şeker tüccarı Julian Castle hakkında makale yazmasını ister. Jonah, Castle’nin oğlu Philip’e ait olan otelde kalacaktır. Uçakta Newton ve ablası Angela da vardır, söylemeseler de yanlarınca birer parça ice-nine ile. Hem de altlarında koca bir deniz varken! Kardeşlerinin düğününe gitmektedirler. Diktatörün üvey kızı ile Franklin evlenecektir. Newt Jonah ile sohbet ederken, kendisi gibi cüce olan bir Rus balerinle yaşadığı kısa süren aşk macerasından bahseder.

Dışarıdan döndükleri soğuk bir Noel arefesinde üç kardeş babalarını ölü bulmuşlardır. Jonah’a söylemeseler de ice-nine’ı o gün paylaşmışlardır. Felix öldükten sonra babasının laboratuarında asistan olan yakışıklı Harrison Conners, Angela’ya yanaşmış, kısa bir süre sonra da onunla evlenmiştir. 

San Lorenzo’da suç diye bir şey yoktur çünkü her türlü suçun cezası ‘kanca’dır. Suçlu karnından (ıykk) kancalanıp öylece sallandırılır. Bokonon San Lorenzo’nun sürgün edilmiş din adamıdır. İyi toplumların oluşumu için iyi ve kötü arasında sürekli bir gerilim olması gerektiğini söyleyen Bokonon ‘Papa çok kötü biri, ama o olmasaydı benim gibi bir zavallı nasıl bu kadar iyi görünebilirdi?’ der. Bir şalupa ile Londra’ya gider, London School of Economics’de okurken Birinci Dünya Savaşı yüzünden yarıda bırakır, ülkesine döner. 

Jonah San Lorenzo’ya indiğinde, Bokonon’un ödül karşılığı arandığını öğrenir. Bokononizmi benimseyenlerin kancaya takılacağı,  ülke Hristiyan olduğu için iki kişinin ayak tabanlarını birleştirmesiyle yapılan sevgi gösterisi bokomaru’nun yasak olduğu yazılıdır duvarlarda. Papa onları karşılamak için konuşma yapar, Amerika’nın dostu olduğundan bahseder. Fakat rahatsızdır, konuşma sırasında rahatsızlanıp bayılır. Ayıldığında bir şeyler söylemeye çalışırken, cin fikirli bir pilot mikrofonu alıp ağzına götürür Papa’nın. Bazı hırıltıların ardından ‘Franklin Hoenikker, ülkenin yeni yöneticisi sen olacaksın. Sende bilim var, bilim en güçlü şeydir’. O sırada Mona’yı dikizlemekte olan Jonah, kızın bir pilotla bokomaru yapmaya çalıştığını görecektir. 

Frank, tıpkı babası gibi insan ilişkilerinde iyi olmadığı için Jonah’a San Lorenzo’nun başkanlığını önerir. Sadece, Bokonon’un kitaplarında söylediği biçimde Mona ile evlenmesi yerinde olacaktır. Bu da Jonah için hiç sorun değildir tabi ki. Papa’nın ölüm döşeğinde onun da bir Bokononist olduğu anlaşılır. Jonah kendini başkanlığa alıştırırken bir an Bokonon’u affedip ülkeye getirerek yeni bir milenyum yaratmayı düşünür. Fakat milenyumun bir adamla olmayacağını, herkesin güzel yiyecekler yemesi, güzel yerlerde yaşaması, güzel okullara gitmesi gerektiğini düşünüp vazgeçer. İyi ve kötü ayrı yerlerde durmalıdır. 

Jonah’ın başkanlığını açıklayacağı gün, Papa boynunda asılı madalyonun içinden yuttuğu ice-nine ile intihar eder. Doktoru ise ölünün dudaklarına dokunup ellerini yıkamaya kalktığı için ice-nine yüzünden ölen 2. kişi olur. Bunun üzerine Dr. Breed’in bahsettiği molekülün gerçekten varolduğunu nihayet anlayan Jonah, Hoenikker’leri yanına çağırır. Frank, Papa’ya ice-nine vermesini ‘kendime bir iş satın aldım’ diye açıklayacaktır, ‘senin de kendine bir koca satın aldığın gibi, Newt’in de Rus balerinle bir hafta satın aldığı gibi’. Bu, ice-nine’a Amerika ve Rusya’nın da sahip olduğu anlamına gelmektedir!

Odayı eldivenlerle temizlerler, nihayetinde dokunmadıkları sürece ısıtılan ice-nine bildiğimiz suya dönüşmektedir. Papa’yı yakarak tehlikeden tamamen kurtulmak için bir odun yığını hazırlatmaya başlarlar.

…….

Meğer babalarının öldüğü o Noel arefesinde, oğlanlar eve dönerken arkadaş canlısı bir köpek peşlerine takılır. Felix o gün mutfakta, biraz fazlaca ice-nine oluşturmuş, belli ki küçük bir moladan sonra bunu tekrar eritip ice-nine stokunu tekrar ufaltmayı düşünmüştü. Ama sandalyesinde ölüp kalmıştı. Evde sürekli ice-nine hakkında ipuçları vererek merak uyandırmaya çalıştığı üç çocuğu bırakarak hem de. Köpeğe yiyecek bulmak için mutfağa girdiklerinde yerde gördüğü suyu kurulayan Newt, bezi dikkatsizce ice-nine kabına atmıştır. Köpek bezi yalar ve tabi ki kaskatı kalır. Bunu babasına söylemeye giden Newt, babasının da kaskatı kesildiğini görür. 

Başkanlığın açıklanacağı gün aseton içmenin de etkisi ile büyükelçi Minton’un yaptığı konuşma yeniden okunmaya ve üzerinde düşünmeye değer bir konuşma. Gösteri yapan uçaklardan birinin kuleye çarpması ile her yer sarsılmaya başlar sonra. Kayalar denize doğru yuvarlanırken Mintonlar ve birkaç aileyi de beraberinde götürür. Kulenin hasar gören kısmından önce Papa’nın odasındaki eşyalar, sonra kocaman yatağı ile Papa’nın cesedi uçurumdan denize düşer ve Boom! Gökyüzü kararır, deniz donar ve tornadolar başlar. Mona, Jonah’ı içinde hayatta kalmak için herşeyin bulunduğu, havalandırmanın da bir bisikletin pedalları çevrilerek sağlandığı bir sığınağa götürür. Jonah’a göre yer üstündeki her şey ya ölmüştür ya da ölmek üzeredir. 

Bir kaç gün sonra dışarı çıkarlar, yerler mavi bir don tabakası ile kaplıdır. Jonah, Mona’ya sakın ellerini bir yere sürmemesini, ölmek için yere dokunup elini dudaklarına değdirmenin yeteceğini söyler. Etrafta hiç ölü göremedikleri için önce umutlansalar da tepeye doğru çıkarken, bir sürü ölü görürler. Hepsinin de parmakları dudaklarının üzerindedir. Orada bir not bulurlar: ‘Bu insanlar denizin donmasından sonra ortaya çıkan rüzgarlardan sonra hayatta kalanların tümüdür. Bokonon’u esir aldılar ve ona Tanrı’nın planı nedir diye sordular. O şarlatan da onlara Tanrı’nın onların ölmesini istediğini, çünkü onlarla işinin bittiğini söyledi. Terbiyeli bir şekilde ölmelerini söyledi ki, onlar da, öyle yaptılar.’ Not, Bokonon imzalıdır. Jonah köpürür, Mona ise gülümser: ‘Sorunu bunca kişi için bu kadar basitçe halletti işte’ der. Yere dokunur, dudaklarına dokunur ve ölür.

Newt ve Crossby’ler onu bulduğunda ağlıyordur. Onu alıp kendi sığınaklarına götürürler. Ve Jonah kitabını orada altı ay geçirerek yazar. Yaşam kolaydır, hayvanlar donmuş şekilde muhafaza edilmiş, çözülmeyi bekliyordur. Mikroplar uykuda olduğundan hastalanma derdi de pek yoktur. Çalışan bir arabaları bile vardır. Bu araba ile gezerlerken Bokonon’a rastlarlar. Kitaplarının son cümlesini yazmaktadır Bokonon. Jonah’a da nasıl öleceğini o söylemiş olur verdiği not ile.

Okunması pek kolay bir kitap olmadı benim için. Bazı ön bilgilere sahip değilsem de biraz olsun takdir edebildiğimi düşünüyorum. Bazen önemli bir olayı çok kısaca anlatıyordu ama bu da çarpıcılığına çok şey katmıştır sanıyorum. Çok çok çok kasvetli. Kara komedi resmen. 

…….

‘Ask Dr Horvath to explain something sometime’ said Dr. Breed to Miss Pefko. ‘See if you don’t get a nice, clear answer.’
‘He’d have to start back in the first grade - or maybe even kindergarten’ she said. ‘I missed a lot’.
‘We all missed a lot’ Dr Breed agreed. ‘We’d all do well as start over again, preferably with kindergarten.’


25 Temmuz 2016 Pazartesi

Therese Raquin – Emile Zola


Gerçekçi yazarımız Zola insanı sarsan kitaplara imza atar genellikle. Germinal de mesela öyle akılda kalıcı ve zorlayıcı sahneler vardır ki. Bunları yazan  adam ‘Kadınların Saadeti’ni nasıl yazmış gerçekten hayret. 

Bayan Raquin ile oglu Camille Vernon’da yasamaktadir. Therese ise annesinin olumunden sonra halasi bayan Raquin’in yanina gelmistir. Hasta yegeni ile beraber buyur ama sapasaglam oldugu halde ona da hasta bir cocuk gibi davranilinca o da gorunuste icine kapanik ama her hareketinde de bir kedi cevikligi sezilir olmustur. Bayan Raquin’in karari ile ileride birgun Camille ile evlenecegini bilmektedir Therese. O gun geldiginde de uysallikla kabul eder her seyi. 

Camille tasradan Paris’e gocmek isteyince Pont Neuf Gecidi’nde karanlik, basik bir tuhafiyeci dukkani  kiralar ve ust katinda da yasamaya baslarlar. Camille memurluk yapmakta, annesi dukkani isletmektedir. Her Persembe esi dostu cagirip birlikte yemek yer, cay icer ve domino oynarlar. Bu toplantilar Therese’i o kadar sikar ki , dukkanin cingiragi calsa da asagi insem diye bekler hep. 
Birgun bu toplantilardan birine cocukluk arkadasi ressam Laurent’i getirir Camille. Therese de cocuklugunda bu ikisiyle beraber oynamistir. Bu yeni tip ilgisini ceker Therese’in ama bir yandan da tuhaf bir cekingenlikle goz goze gelmemeye calisir onunla. Laurent artik her aksam Raquinlerdedir.
Bu romanin ana konusunu olusturan ikisinin arasindaki iliski en basindan beri romantik bir iliskileri yok. Laurent ‘Therese ile isi pisirsem mi?’ diye dusunur. Esasinda heyecanli bir tabiata sahip olan Therese’in bekledigi seydir fakat bu iliski: Hicbir seyden korkup cekinmez olur artik o, Laurent’i kaygilandiracak kadar coskun ve baskalarina karsi ihtiyatsiz olmustur. Uzun sure odada kaldigi icin teyzesi telaslanip dukkandan ust kata geldiginde bile sakince sevgilisinin uzerine bir ortu atip uyuyor taklidi yapar. 

Sevgililer odadayken teyzesinin Francois isimli kedisi de hep orada oylece onlari izler. Therese bunu da bir saka konusu yapip ‘Her seyi anliyor sanki… Neredeyse bu aksam gidip gorduklerini Camille’e anlatacak dersin’ der. Oysa sevgilisi onun bu histerikligine, kedinin taklidini yapmasina dehsetle bakmaktadir. 

Bu sefahatleri Laurent’in sefinin bir daha ona izin vermeyecegini soylemesiyle kesintiye ugrar. Disarida bulusmaya baslayinca yoksunlugun verdigi ofke ile hem birbirlerine daha cok baglanirlar hem de Camille’den nefret etmeye baslarlar. Ustelik, o olunce Therese’in kocasi olarak kendisini bekleyecek rahat hayatin hayali ile Laurent ciddi ciddi Camille’I oldurmeyi dusunmeye baslamistir. 
Son derece gerilimli bir gun, bir kir gezisinde ucu birlikte golde gezinti yaparken, Laurent dusmaninin boynuna yapisir. Camille hayretle her seyin farkina varir, esinden yardim istemeye calisirken onun da hainle birlikte oldugunu, oylece olanlari seyrettigini gorur. Cirpinirken can havliyle Laurent’in boynundan bir isirik alarak golun dibini boylar. Hain ise suya atlayip kayigi devirir. Hepsi budur iste.

‘Zavalliyi dans etmeye, kayigi sallamaya birakmamaliydim… Duserken ‘Karimi kurtar!’ diye bagirdi.’ Der. Kimse de suphelenmez. Ama yine bir Suc ve Ceza sendromu… Kendini iyi hissederken, guclu sanarken gorulen boyundaki kan lekesi, Camille’in suyun altindaki morarmis, curumus yuzunun hayali… Bu rahatsizlik hali yuzunden morga gitmeye baslar, iki hafta boyunca suda bogulmus oluleri inceler ve sonunda bir gun Camille’I de gorur. (Morgu ziyaretcilere acmak, idam cezalarini halka acik gerceklestirmek. Eskilerin ne ‘saglam’ bunyesi varmis) 
Aslinda buradan sonrasi pismanlik, ic huzursuzlugu ve vicdan. Zola romanin okuyucuyu bunaltmasini amaclamissa gercekten basarmis. Gecen Ramazan’da okumustum bunu (hoff ne kadar geriden geliyorum ya) ve bu kisimlarin yarattigi bogazima baski yapan duyguyu hala hatirliyorum. Iki cani artik birbirini  de sevmezler ama kabuslar icinde cirpiniyor olduklarindan evlenmek isterler. Oglunun olumunden sonra halaya karsi uzuntulu rolu yapmaktadirlar. Evlendikten sonra ise birbirlerine o kadar yabanci hissederler, yeni evli cift goruntusunden o kadar uzaktadirlar ki bu agirbasli goruntu halayi pek memnun eder. Oglunun hatirasina saygisizlik yapilmadigini dusunur. 
Yeteneksiz ressam Laurent’in onceden yapmis oldugu donuk renkli portre bir ceset suratini andirmaktadir artik. Kedinin kapiyi tirmalamasi onlara ciddi ciddi Camille’in mezarindan kalkip gelerek iceri girmek icin ugrastigini dusundurur. Uyumaktan korktuklari icin surekli konusur, uzandiklari zaman aralarinda Camille’in yattigini kurarlar. Bu ikili delilik hali icinde birbirlerinden tiksinirler. 

Onlari kabuslarindan ayiran ise ilginc bir sekilde Raquin halanin tatli gevezelikleri olur. Bu yuzden onun yavas yavas felc oldugunu, yakinda bir kemik yigini haline geldigini dehsetle farkederler. Onu doktorlara goturseler de bu gidisat degismez. ‘Bir aksam Therese’le Laurent’la rahat rahat konusurken, tam bir cumlenin ortasinda, agzi acik kaliverdi.’ 

Buradan sonrasi kitabin benim icin en ilginc kisimlarini teskil ediyor. Oyalanmak icin bu sefer de yasli kadina bebek bakar gibi bakmaya basliyor bu iki katil. Onunla bir cocukla konusur gibi tatli tatli konusuyor, ona soru sorup bozuntuya vermeden kendileri cevapliyorlar. Filme alinmaya cok musait sahneler gibi geliyor bana. En az bir defa da sinemaya uyarlanmistir herhalde, kitabin etkisi biraz dagilsin da izlerim.

İnmeli kadın çok memnun hayatından artık. Zaten son günlerini de hep böyle sakince geçirmek istediğinden durumunu kabullenmiş durumda. Ama bir gece Laurent’ın onun varlığını unutarak kavga sırasında her şeyi söylemesi ile çilelerin en büyüğüne başlıyor. Çırpınmadan, en küçük bir kasını oynatamadan ömür boyu ağlayacaktır artık. Her gün oğlunun katili onu taşıyacak, o ise tiksinti ile bir yıldırımın düşüp onu öldürmesini bekleyecektir. 

‘Kötü yürekli bir varlıktı Tanrı. Ya gerçeği ona daha önce öğretmeli, ya da onu hep o eski saflığı, körlüğü içinde yaşatmalıydı. Şimdi sevgiyi inkar ederek, dostluğu inkar ederek, vefakarlığı inkar ederek ölmek kalıyordu ona.’

Bu kadın, eve eskisi gibi domino oynamaya gelen ahbapların yanına oturtulmuşken bir gün, canlılık belirtisi gösteren kolunu güçlükle kaldırıp masanın üzerine koyacak, fakat eli yorulmadan ancak ‘Therese ile Laurent bir olup-‘ yazabilecekti. Bön ahbaplar ise bunu ‘- bana çok iyi bakıyorlar’ şeklinde tamamlayarak kadının intikam için son ümidini de söndürecekti.

Bu tüyler ürperten hikaye ilerledikçe katiller kavgalarında cinayetin suçunu birbirlerine atmaya kalktılar. Savcılığa gidip her şeyi anlatıp kararı onlara bırakmayı düşündüler. Therese bencilce bir pişmanlık tutturdu ki bu Zola’ya göre basbayağı bir organik sarsıntıdan, kopacak derecede gerilmiş sinir düzeninin ayaklanmasından başka birşey değildir. Saatlerce teyzesine yalvardı onu affetmesi için. Kadının içinde tahammül edilmez bir dehşet uyandırarak ona sarıldı. Yetmedi, gözyaşlarını onu affettiğine yorarak ferahladı ve öpücüklere boğdu onu. Raquin teyzenin çektiği işkenceler edebiyat tarihinin az bulunur dramlarındandır bana göre. Böyle eziyet olabilir mi?

Kendini öldürebilmenin tek yolu olarak aç kalmayı gören inmeli kadın, iki gün hiçbir şey yemedi. Ama Therese teyzesi ölürse kime yalvaracağını düşünerek bir hayvana yedirir gibi çenelerini açarak zorla yedirir ona. Kadın oğlunun intikamının alındığını görmeden ölmemek ister. Sürekli gelip kucağında oturan kedisi François’yı da Laurent gözünün önünde pencereden karşı duvara fırlatır. Kedi bir kemik yığını haline gelmiştir, sabaha kadar inilder. 

İlk cinayetlerinin yükünden kurtulmak için ikisi de ikinci bir cinayetin gerektiğine inanırlar gizli gizli. Therese, Laurent için bir kör bıçak hazırlarken, diğeri de zehir tedarik eder. Bir akşam Raquin Teyze’nin gözleri önünde biri elinde zehir şişesi, diğeri bıçak varken yakalarlar birbirlerini. Yaşamaya devam edemeyecekleri için minnet duyarlar birbirlerine ve zehri paylaşırlar. 

‘Ertesi gün öğleye kadar, hemen hemen oniki saat boyunca, Bayan Raquin, hiç kımıldamadan, sessizce, gözlerini ayırmadan ayaklarının dibinde yatan bu iki ölüyü bakışlarıyla eze eze, seyretti. Gözleri doymak bilmiyor gibiydi.’
İnsana derin bir nefes aldırır bu kitap bittiğinde. Hiçbir şekilde ‘kötü’ olmasa da. 

8 Haziran 2016 Çarşamba

Deli Filozof – Huseyin Rahmi Gurpinar


Oncelikle soylemeliyim ki bu cingoz adam, benim buraya aktardiklarimdan cok daha sert sozlere romanda yer vermis. Isteyen varsa, buyursun okusun, sasirsin. Hikmetullah Efendi isimli bir deliye yine ne istiyorsa soyletmis ustad.

‘Kalplerini fesat ve bozusmayla dopdolu yarattigin mahluklarini boyle bogaz bogaza birakip da ortadan cekilmek olur mu?

‘Kitaplarinda besikten mezara kadar ilme ragbet etmeyi tavsiye edersin, sonra en cahil adamlari din hizmetleriyle taltif buyurursun. Yazili ve agizdan iradelerinde fenden, ilimden ufacik bir sey yoktur. Sevgili hacilarin, hocalarin her yeni icada karsi ‘bid’at-i merdude’ diye kafirlik sayarak  haykiriyorlar.’

‘Bazi memleketlerde halkcilik adi altinda fertcilik yapiliyor. Bu curcunada ses coklugun, fakat cikar azligindir. Icinde yasadigin havayi alkislamak gayretiyle senin avucun patlar, parsayi seckinler adini alan bir grup toplar. Halkin adi goklerde bayrak, lakin kendisi sokaklarda yalinayaktir.’

Din ve ahlak ayrimi ve batil inanclar uzerine de ogretici ve aciklayici bir yonu var:

‘Emin ol Cenabihak guya ugursuz yaratmis oldugu bir kulunun ugursuzlugu yuzunden bir mahalleyi, bir bucagi, bir memleketi batirmaz. Hem simdi dinle ahlak ayrilmistir. Ne dindar ahlaksizlar vardir, ne ahlakli dinsizler vardir’

Genel ahlak prensiplerinin en basit ve dogru aciklamalarini bulmak mumkun:

‘Fenalarin kotulukleri yuzunden iyiler de bircok sinirlamalarin rahatsizliklarini yukleniyorlar. Butun hayat, kosullarla, yorgunluk ve gorevlerle dolu bir agirlik aliyor. Su kalin duvarlarin zahmetlerle yapilmasi hirsizligi onlemek icindir, Ben hirsiz degilim, herkes de benim gibi olsaydi, bu zahmete yer kalmazdi. Hayatta buna benzer bircok zahmetlere, dikkatlere yasa ve ahlak kacakcilari icin katlaniliyor.’

‘Sizin onunuze yapilmis yasalar cikararak “bunlara boyun egeceksiniz” diyorlar. Halbuki o yasalari yapanlarin bilimce, fikirce sizden asagi ve vicdan dusuncelerinden uzak olduklarini eserlerine bakarak anliyorsunuz. Gercek sununla meydandadir ki yaptiklarini kendileri de begenmeyerek iki gun sonra degistirmek zorunda kaliyorlar.’

Zamaninda hirsizlik yapip isten kovulmus bir dilenciye ‘Senin gibi uc bin lira calanlarin mallari varsa calinan para odetilir, hirsiz da ceza gorur. Oteki buyuk hirsizliklar mirascilar payina kanuni mal kaydolunur.’ der. Kaynanasina ‘Ben seni alacak olsam dunden razisin’ der mesela.

‘Asil gaflet de bu curumus, mantar kesilmis eski inanclarin ahretteki kurtariciligina sarilarak dunyadaki en ciddi islerimizi savsaklamaktir. Ilmin, fennin cozmeye ugrastigi tabiat muammalarini dusunmekten kimse yasaklanamaz. Bu dusunus de gunah degil, tersine cok sevaptir.’

‘Bir filozofun dedigi gibi, delilik denen sey, siniri cizilmis, bizden pek ayri gayri bir ulke degildir. Her gunku hayatimizin sinirlari hemen hemen bununla birlesen pek yakin iki komsuyuz. Hepimiz arasira o memlekete girer, cikariz. Delilikten butun butun kacabilmek olanaksizdir. Is ona kendimizi yaridan fazla kaptirmamaga ugrasmaktir.’

Deli Filozof roman icinde hikaye yaziyor mesela. Adi da Dipkocani. Piknikte piyes seklinde bizimkilere okumustum bunu J

‘Adlarina bibliyofil denilen kitap dostu ve kutuphane meraklisi bazi kimseler vardir. Bunlarin isleri gucleri, oradan buradan, pahali ucuz elde edebildikleri az bulunur kitaplari, degerli ciltleri ve baska cesit kitaplari toplayarak kutuphanelerine dizmektir. Okumak icin degil, filan kitap bende de vardir diye ovunmek icin, tipki camekanlarina canak comlek dolduran antika meraklilari gibi. Bu eski oteberi ne yenir, ne kullanilir, bunlarin yalniz karsisinda seyirlerine bakilir.’

Filozof Hikmetullah Efendi kitabi rafa koymak icin degil, okumak askiyla sever ve insan omrunun birkac kutuphaneyi tamamiyle okumaya yeterli olmadigina uzulurdu. Istanbul’daki kutuphanelerde ne kadar kitap bulundugunu, cesitlerini, degerlerini kutuphane gorevlilerinden daha iyi bilirdi. Arasira halinde gorulen akilca taskinliklar, belki de bu fazla okumak yorgunlugundan ileri geliyordu.’


Ali Senaver Bey isimli birinin genc hanimi Iclal ile Filozofun oglu Celebi ask yasamaktadir. Senaver parlayip kopurmemesi acisindan beylik karakterlere uzak bir karakterdir. Bu ikisini bulup evlendirirler. Genelde boyle vakalar cinayetle veya alikonulmayla biter ya, olgunlukla tatliya baglandiginda sonu nasil biterdi onu yazmis HRG. Ilcal’i gelin alirlar, bu kez de kizlari Caize’nin kocasi Umrani ile asiklik etmeye baslar. Bu kez abi kardes bu hainleri oldurmek icin planlar yapar. Filozofun kutuphanesinden bulduklari bir kitabin yardimi ile dordunu birlikte, ama yavas yavas, bir yil icerisinde oldurecek bir zehir bulup hek kendileri icer, hem eslerine icirirler. Bir sure sonra hainler beraber evden kacar. Onlar oledursun, Filozof zehirin panzehirini bulup evlatlarini kurtarir. Diger ikisini ise son zamanlarini rahat gecirsinler diye tekrar koske getirirler (?). Artik bunlari kurtarmak isteseler de ikisi birbirinin pesi sira topraga verilir.

31 Mayıs 2016 Salı

The Warden – Anthony Trollope


Benim icin naïf, sicacik ve ayni zamanda ilginc bir romandir The Warden. Her roman gibi icinde mecburen catismalar da barindirsa, okurken huzur duydum resmen. Merak edip baktim ‘Gucsuzler Evi Muduru’ diye Turkceye cevrilmis 1984’te.

 Barchester isimli bir Ingiliz kasabasinda geciyor olaylar. Papaz (reverend) Septimus Harding yumusak basli ve iyi kalpli, kizi Eleanor ile birlikte yasayan yasli bir adamdir. Din adami olmasinin yaninda, muzisyendir ve John Hiram adinda bir hayirseverin 1434’te kurmus oldugu  bakim evindeki (darulaceze mi desem) yaslilarin da koruyucusudur. Cicekler icindeki bahcesiyle bu bakimevi pek guzel bir yerdir.

Roman bu bakimevi ve onun sakinlerinin etrafinda gecer. Bunlar uzun yillar zangocluk, bahcivanlik ve hatta mezar soyuculugu gibi isler yapmis, yasliligin getirdigi rahatsizliklar sonucu kendilerine bakamaz olunca da buraya yerlestirilmis on iki yasli adamdir. Yillar icinde  bu bakimevine ait olan araziler degerlenmis, daha fazla kira getirir olmustur. Vasiyet konusunda bir belirsizlik olunca da yaslilar barinma haricinde az miktarda cep harcligi alirken, ‘koruyucu’ dolgun bir ucretle oldukca kolay bir is yapmaktaymis ki buna da Ingilizce de ‘sinecure’ deniliyormus. (sinecure = kebap )

Derken bir gun John Bold isimli bir doctor kasabaya gelir ve bu ‘adaletsiz’ duruma burnunu sokar. Ustelik de Eleanor’a asik olmasina ragmen kalkisir bu ise. Amaci ‘koruyucu’nun ucretini azaltmak ve bakimevi sakinlerine arazi gelirlerinden esit pay vermektir. Haksizliga dur demek icin kendini adayisi gercekten takdire sayandir. Bold’un  insanligi dogru yola getirmek icin gosterdigi atesli cabalar tamamn samimidir. Fakat belki de genclik ona biraz cekingenlik ve baskalarinin iyi niyetine karsi da biiraz guven vermis olsa iyi olurdu. Eski adetlerin mutlaka kotu olmasi gerekmedigine ve degisikliklerin tehlikeli olabilecegine inanabilseydi keske. Ama hayir, o bir Danton’un butun heyecani ve kendine guvenine sahiptir;  geleneklere de bir Jakoben’in siddetiyle lanetler yagdirir. (Asagidaki paragrafin kendimce bir cevirisi idi bu. Trollope’un tasvirleri cok eglenceli J )

Bold is thoroughly sincere in his patriotic endeavours to mend mankind, and there is something to be admired in the energy with which he devotes himself to remedying evil and stopping injustice; but I fear that he is too much imbued with the idea that he has a special mission for reforming. It would be well if one so young had a little more diffidence himself, and more trust in the honest purposes of others – if he could be brought to believe that old customs need not necessarily be evil, and that changes may possibly be dangerous; but no, Bold has all the ardour and all the self-assurance of a Danton, and hurls with anathemas against time-honoured practices with the violence of a French Jacobin.

Bakimevi sakinleri ile gorusen Bold, son senelerini yasamakta olan bu ihtiyarlarin icine garip bir zengin olma umudu yerlestirir. Zamanla cogu kendilerine haksizlik yapildigini, bunun sorumlusunun da koruyucu oldugunu dusunmeye baslar.

Harding’in buyuk kizi Susan ise basdiyakoz (archdeacon) Grantly ile evlidir. Bu adam tam bir karakterdir ve uyarlanan Tv dizisinde Alan Rickman tarafindan hakkiyla canlandirilmistir. Grantly kotu bir adam degildir suphesiz; fakat aldigi egitim boyle bir adam haline getirmistir: zekasi  bulundugu konum icin yeterli  fakat daha ustun konumlar icin yetersiz olan.

Dr. Grantly is by no means a bad man; he is exactly the man which such an education such as his was most likely to form; his intellect being sufficient for such a place in the world, but not sufficient to put him in advance of it.

Grantly, kayinpederinin ‘koruyuculuk’ maasini tamamiyla hakettigini, bunun sorgulanmasinin bile kabul edilemez oldugunu dusunmektedir. Katedralin bahcesinde, diger katedrallerden de ornekler verdigi aklama cabalari gulunctur. Kiliselerin gorkemi ve ihtisami, goklere yukselen kuleleri ve sanat eseri pencereleri onun icin hep din adamlarinin zengin olmasi gerektigine birer delildir. Bu nedenle ahir omrunde suclamalara dayanamayip koruyuculugu birakmak isteyen Harding’e bunun kisisel bir mesele olmadigini, butun kiliseye zarar verecegini soyler. Londra’daki bazi nufuzlu kisileri yanina cekmeye calisir.

‘In former times great objects were attained by great work. When evils were to be reformed, reformers set about their heavy task with grave decorum and laborious argument. An age was occupied in proving a     grievance, and philosophical researches were printed in folio pages, which it took a life to write, and an eternity to read. We get on now with a lighter step, and quicker: ridicule is found to be more convincing than argument, imaginary agonies touch more than true sorrows, and monthly novels convince, when learned quartos fail to do so.’

Sansasyonel gazete Jupiter’de Bold’un basta niyet ettiginden cok daha agir bir makale yazilir Hiram darussifasi hakkinda. Bold bu makale gercekten uzak ve abartili  oldugu icin kendini rahatlatmaya calisir ama bilmemektedir ki milyonlarca seyircisi olan bir ressam en abartili renkleri kullanmak zorundadir.

‘He thought that that at least had no direct appliance to Mr. Harding, and that the absurdly strong colouring of the picture would disenable the work from doing either good or harm. He was wrong. The artist who paints for the million must use glaring colours..’

Kizi Eleanor haric kimse Harding’in neden istifa etmek istedigini anlamaz. Kendini mahva surukledigini dusunur herkes. O ise bu isi halledebilmek icin damadindan gizli Londra’ya gider. Amacina ulastiktan sonra daha dusuk gelirli ama yeniden huzurlu bir adam olur. Kendisine hala Bay Koruyucu diye hitap edenlere ‘artik koruyucu degilim, sadece kilise koro sefiyim’ demektedir. Bakimevi sakinleri ise hem rahatlari kacmis, hem koruyucularina mahcup olmus sekilde kalan omurlerini surdururler. Asik ciftimiz ise, pek tabi, evlenirler.

Kucuk bir kasabanin insanlari etrafinda gecen bu tarz romanlarin da seveni vardir ki ben de onlardan biriyim.Bu kitap Barchester Chronicles isimli ‘beşleme’nin birinci kitabi. 80’lerde cekilmis  olan dizisini bu seriyi bitirince tekrar izleyecegim. Piyasa degil, iddiali degil mutevazi ve samimi bir kitap bu. Yazar sonuc bolumunde soyle diyor: ‘Simdi olaylarin daginik iplerini bir araya getirip soyle yakisikli bir dugum haline getirelim. Bu, yazar icin de okurlar icin de zor olmayacaktir cunku ugrasmamiz gereken cok karakter veya karmasik olaylar yok. Adeti bozmak gerekmeseydi, Barchester’daki meselelerin nasil cozuldugunu okurun hayalgucune bile birakabilirdik.’ (dort cilt daha yazacagindan henuz haberi yok galiba) 

28 Mayıs 2016 Cumartesi

Prestuplenie i nakazanie / Suc ve Ceza / Crime and Punishment – Dostoyevski


Okudugun kitaplar, izledigin filmler biriktikce, daha zor etkilenir hale geliyorsun. Bazen turunun guzel bir ornegi olan eski bir film, isledigi konu sonradan bir suru filmde daha islendigi icin seni o kadar da etkilemiyor. Bundan dolayi bazen bir filmi veya kitabi uretildigi seneye gore degerlendirip takdir etmek icin kendimi zorlarim. Benim icin Suc ve Ceza, bunu yapmama gerek birakmayan bir roman, “zamansiz” dediklerinden.  Kurgusu tipki Ecinniler’de oldugu gibi beni hayretler icinde birakti. Bir sonraki bolumu deli gibi merak ettirdi ki cok nadir basima gelir. Tekrar okunabileceklerden oldu bu da. 

Lisede okumaya baslamistim aslinda, cinayet sahnesinde ise hassas bunyem fazlaca etkilendigi icin okumayi birakmistim. O zamandan beri de bilincli bir sekilde bu kitaptan kendimi mahrum biraktim. Kismet simdiyeymis. Cinayet o kadar anlamsizdi ki, anlamsiz olmasi nisbetinde etkilemisti beni. Yine oyle oldu aslinda. Hasan Ali Ediz’in cevirisi ile iki cilt olarak basilan bu kitabin iki cildini farkli kisilerden almis oldum. Ilk cildi bir profesore aitmis, ikinci cildi kimden Allah bilir.

Temmuz baslarinda Petersburg’da. Bogucu, basik, pis kokulu binalar. ‘Bir mezari veya bir dolabi’ andiran bir oda. Dokulen kiyafetler ve aclik. Iste Raskolnikov’un ilk sahnedeki hali. Sonya’nin dususunu ilk duydugunda ironik dusuncelere daliyor:

‘Diyorlar ki bunun zaten boyle olmasi gerekmis. Her yil boyle bir yuzdenin bir yerlere defolup gitmesi gerekiyormus… Anlasilan otekilerine engel olmamak, onlarin rahatini saglamak icin olsa gerek… Yuzde! Dogrusu parlak bir laf: yatistirici, bilimsel bir laf… Bir sefer yuzde dendi mi, artik korkuya ne hacet! Bak mesela bunun yerine bir baska soz kullanilsaydi o zaman belki de bu kadar guven verici olmazdi.’

Eline zorlukla gecirdigi birkac rubleyi baskasina vermekte tereddut etmeyen, hukuk ogrenimi goren zeki bir delikanli katil olunca onun yasadiklarini gercekten onemsiyor insan. Bazen ruyamizda sevdigimiz birinin olumunu veya bir suc isledigimizi goruruz de uyaninca gercek olmadigini gormenin ferahligi nasil ruyadaki hosnutsuzlugu bize hissettirmezse, Raskolnikov da oyle biri ki, bu cinayet ruya olmus olsa o da ayni sekilde rahatlayacak ve sevinecek gibi. Peki ayni zamanda nasil bu kadar gururlu olabiliyor, pismanlik duyamiyor bir turlu? Iste onu en basta bu sucu islemeye iten felsefesi:

‘Bir yanda budala, anlamsiz, onemsiz, ters, hastalikli, kimseye yarari olmayan; tam tersine herkese zarari dokunan, nicin yasadigini kendisi de bilmeyen, yarin nasil olsa kendiliginden olecek olan bir kocakari var… Ote yanda da, yardim goremediklerinden bos yere ziyan olan, genc, korpe gucler var… Hem bu gibileri binlercedir… Kocakarinin manastira adadigi parayla yapilmasi ve duzeltilmesi elde olan binlerce hayirli is ve tesebbus var… Yuzlerce, belki de binlerce kisi dogru yola cikariliyor… Onlarca aile sefaletten, ahlak fesadina ugramaktan, fena yola dokulmekten, zuhrevi hastaliklar hastanesine dusmekten kurtariliyor. Hem butun bunlar kocakarinin parasiyla oluyor… Kocakariyi oldur, parasini al, sonra da bu parayi butun insanligin, herkesin yararina harca. Ne dersin, yapacagin binlerce hayirli isle bu kucuk cinayet unutturulamaz mi? Bir hayirli olume karsi binlerce hayat… Bu bir aritmetik isi… Hem genel dengede bu veremli, bu aptal kocakarinin hayatinin ne degeri olabilir?’

Dostoyevski, Raskolnikov’u kader kurbani olarak gostermeye calismasa da, cinayet fikri kafasinda belirmeye baslarken rastlanti ile duydugu ve bu fikri besleyecek bilgiler, kaderin potansiyel suclari engellemek veya gerceklesmesine yardim etmek icin bazi cilveleri oldugunu gosteriyor.

‘Insanlar tabiat kanunlari geregince genellikle iki sinifa ayrilirlar: asagi sinif dedigimiz insanlar ki, biricik odevleri, kendileri gibi birtakim yaratiklarin cogalmasina yarayacak material vazifesi gormekten ibarettir. Bir de, kendi cevrelerinde yeni bir soz soylemek yetenek ve istidadini kendinde goren insanlar sinifi… Birinci bolum, yani kendileri gibi yaratiklarin cogalmasina material odevini gorenler, yaradilislari geregince tutucu insanlardir. Uysal bir yasayis surerler, boyun egerek yasamayi severler… Bence bu cesit insanlar soz dinler ve uysal olmak zorundadirlar, cunku bu onlarin odevidir. Onlar, boyle bir yasayista gururlarini incitecek hicbir sey gormezler. Ikinci sinifa gelince, bunlar boyuna kanun sinirlarini asarlar, yeteneklerine gore yikicidirlar ya da buna yatkindirlar… Buyuk bir cogunlukla ve pek cesitli sozlerle, bugunun, daha iyi seyler adina yikilmasini isterler.’

Marmeladov’a ve ailesine merhamet duyan Raskolnikov, fakirligin verdigi sikintiyi belki de daha guclu hissetmeye basliyor. Marmeladov’un olumunun etraftaki yegane etkisi:

‘Kiracilar birbiri pesinden kendi kapilarina cekildi. Hepsinin halinde, en yakinlarinin beklenmedik bir felaketi karsisinda bile insanlarda her zaman gorulen tuhaf bir sevinc duygusu vardi. En samimi acima, acisini paylasma duygularina ragmen, istisnasiz olarak hic kimse boyle bir duyguya kapilmaktan kendini alamamistir.’

Sunun, yazariyla birlikte olen bir tespit oldugu soylenebilir mi?

‘Belki de Katerina Ivanovna, butun kiracilarin, ayrica Amalya Ivanovna’nin kocasinin kendilerinden hic de asagi olmadigini, belki de onlardan cok daha ustun oldugunu, onlardan hicbirinin merhumun karsisinda boburlenmeye hakki olmadigini bilmeleri icin kocasinin hatirasina gerektigi gibi saygi gostermeyi rahmetliye karsi bir borc saymisti… Belki de burada, gunluk yasamimizda her birimiz ve hepimiz icin zorunlu olan bazi sosyal torenlerde bircok fakir fukarayi sadece baskalarindan geri kalmamak ve o baskalari tarafindan ayiplanmamak dusuncesiyle son cabalarini ve biriktirdikleri son meteligi harcamaya zorlayan o fukara guruhunun hepsinden cok etkisi olmustu.’

Marmeladov ailesinin geri kalan uyelerinin icler acisi hali ve ona gosterdikleri sevgi bazen Raskolnikov’un umutlanmasina yol acmaktadir.

‘Farkinda bile olmadigi bir humma nobeti icinde, sadece birdenbire butun varligini kaplayan bol ve guclu bir hayatin yeni ve sonsuz bir duygusuyla dolu olarak, acele etmeden, yavasca merdivenlerden iniyordu. Bu duygu birdenbire, umulmadik bir anda, affedildigi bildirilen bir idam mahkumunun duyacagi heyecanla olculebilirdi.’

Cogunlukla ise gururlu hali ile gercekci olmayan sevincli haller gelmektedir uzerine:

Kararli ve muzaffer bir eda ile: ‘Artik yeter!’ diye soylendi  ve sanki kara bir guce sesleniyor, ona meydan okuyormus gibi, boburlene boburlene ekledi: ‘Ey seraplar, ey manasiz korkular, ey hayaller hepiniz geri!.. Hayat denilen sey var. Sanki simdi ben yasamiyor muyum? Hayatim, henuz o ihtiyar kocakariyle birlikte sonmedi. Allah sana rahmet etsin, ama sen de baskalarini rahat birak! Artik akillandim, isiga ciktim, irademi, gucumu kazandim. Simdi goruruz! Boy da olcusuruz! Oysa ben bir arsinlik bir alan uzerinde bile yasamaya razi olmustum!

Kizkardesine soyle demistir:

‘Oyle bir sinira gelirsin ki, onu asamazsan mutsuz olursun, o siniri asarsan belki o zaman daha da mutsuz olursun!’

Sonralari, uzerindeki supheler kalktiktan sonra bile teslim olacagini bilmekle beraber hala icinde bir pismanlik duymamasi,  ayni derecede ilginc:

‘Merak ettigim bir nokta var: Acaba beni bekleyen bu on bes – yirmi yillik zindan yasayisim sirasinda, insanlarin onunde, her kelimede kendime haydut diyerek, yalandan aglama gosterileri yapacak kadar ruhca kuculecek miyim?... Evet, evet boyle olmasi gerek! Onlara gerekli olan budur! Iste hepsi de sokaklarda ileri geri mekik dokuyorlar… Ama bunlarin her biri, yaradilisi geregince haydut ve asagilik adam, hatta bundan da kotu: Hepsi de birer budala… Ama, beni surgune gondermekten vazgecmeyi bir dene bakalim, hepsi de soylu bir hosnutsuzluk gostererek kopurup tasacaklar…’

Bunun yaninda ara sira onume cikan mizahi ogeler de yok degil. Mesela Razumihin’in Dunecka’ya olan ilgisini farkeden Raskolnikov’un, onunla ‘iki metre boyunda bir Romeo’ diyerek ve yikanmis olusuyla, surdugu kremlerle dalga gecmesi komikti. Tabi bu gulusmeli diyaloglarin Raskolnikov tarafindan, sorgu yargicinin yanina girerken rahat gorunmek amaciyla yapilmis bir hesap oldugunu dusunursek kurguyu tekrar takdir etmek gerekir.

Diger bir ornek de  Svidrigaylov merhume esi Marfa Petrovna tarafindan surekli ziyaret edilmesi. Son gelisinde ipekli kumastan bir tuvaletle gorunup ona elbisesini begenip begenmedigini sorar. O ise once tuvaleti gozden gecirip sonra dikkatlice kadinin yuzune bakarak: ‘Marfa Petrovna, boyle incir cekirdegi doldurmayan seyler icin bana kadar gelmenin, rahatsiz olmanin ne geregi vardi?’ der.

Daha sonra intihar edecek olan bu adam, gordugu hayaletlerle ilgili ilginc bir fikre de sahipti:

‘Hayaletlerin, hortlaklarin yalniz hastalara gorunduklerini kabul ediyorum. Ama bu hal, hayaletlerin, hortlaklarin sadece hastalara gorunebileceklerini ispat eder, yoksa onlarin hic olmadiklarini degil!’

Epilog, Raskolnikov’un yedi yil kurege mahkum olarak Sibirya’ya gonderildigini, Sonya’nin da onunla beraber gittigini soyluyor. Raskolnikov ‘ikinci kisim’ yani yeni sozler soylemek icin dunyaya gelmis olan insanlardan olmayi beceremedigi icin kendine kizmaktadir:

‘Bari kader, ona pismanligi olsun cok gormeseydi!... Insanin icini yakan, uykusunu kaciran, yurekler acisi bir pismanlik!.. Oyle bir pismanlik ki, korkunc acisi insana, kendini asmayi, ya da suda bogulmayi hayal ettirdigini!... Oh, boyle bir pismanliga ne kadar da sevinecekti! (…) Benim dusunceleri, dunya kurulali beri yeryuzunde kaynasan ve birbirleriyle carpismakta olan oteki dusunce ve teorilerden hangi bakimdan daha budalaca oluyormus?’ diye dusunuyordu.

Sonunda ise Raskolnikov Sonya’nin inancini benimsemeye ve yeni bir hayata baslamaya karar veriyor. Yazara gore bu hayatin bedava verilmedigini, onu cok pahaliya ve gelecekte yapacagi buyuk fedakarliklarla satin almasi gerektigini ogrenecektir. Fakat ‘bizim simdiki hikayemiz burada bitmektedir.’ Keske benim hayalgucume birakmayip onu da yazsaydi Dostoyevski. Bu dikbasli katilin donusumunu gormek de ayni derecede ufuk acici bir yolculuk olabilirdi. 

---------------------------------------------------------

Not: Kitabin onsozunde ilginc bilgi ve tespitler var. Bunlardan biri de Rus edebiyatinin ana malzemelerinden birinin memur tabakasinin hayati oldugu tespiti. Biraz okuyan da basta Gogol ve Cehov olmak uzere memurlari ironic bir uslupla ele alan birden fazla Rus yazar hatirlayacaktir. (Hatta Cehov’un hikayeleri hakkinda yazarken bu yuzden Olacak O Kadar’a benzetmistim) Bu kitapta da romanin akisina dogrudan etki etmemekle birlikte kimi memur tasvirleri var ki cok tanidik geliyor:

‘O, hemen bayagilastirmak icin yururlukteki en yeni dusuncelere hemen ve mutlaka burnunu sokan, bazen samimi olarak hizmet ettikleri her seyi gulunc hale getiren sayisiz, cesit cesit, vakitsiz dogmus, ciliz insanlar, her alanda bilgisi eksik budalalar ve kendisini begenmisler surusunden bir kisi idi.’ 

Bunun yaninda Dostoyevski'nin muhendislik egitimi aldigini, Tolstoy ile cagdas olmalarina ragmen hic biraraya gelemediklerini ve kitap seklinde bir eserinin Turkce'ye ancak 1933 yilinda cevrildigini de onsozden ogrendim. 


27 Mayıs 2016 Cuma

Kaderci / Ivan Turgenyev


1960’larin sonu ile 1980’ler arasinda soyle bir adet varmis bence: Varlik Yayinlari kitaplarini –belki de ucuz diye- alip birilerine hediye etmek. Diger bir adet de, alanin bu kitabi okumamasi olabilir mi? Cunku aldigim kitaplar gayet elden dusme gorunumune sahip olsalar da ortak ozellikleri sayfalarin kesim yerlerinden ayrilmamis olmasi. 1967’de basilmis bir kitabi, hele de ilk sahibi ben degilsem, 2015 yilinda ilk benim okumam normal mi? Halbuki minimal gorunumu ve Nihal Yalaza Taluy gibi genellikle en baba cevirmenler tarafindan yapilmis cevirileriyle bulunmaz bir nimet bence hem o zaman hem simdiki zaman icin.
Kitaptaki oykuler hakkinda kisaca notlar duseyim:

***

Kaderci

Bir olumu trajikomik hale getirebilmek, yazarin buyuk basarisidir bence. Kimilerinin onemli zatlarla ilgili ebced hesaplarini buyuk bir gizemmis gibi one surmesi de komiktir ama, kaderi saplanti haline getirip sairane bir olum tasarlamak ayri komiktir. Basimiza gelenleri kendimizce yorumlamaya calisiriz da, gerceklesmemis olaylar uzerinden ‘olsaydi, ne guzel olurdu’ diye dusunmek en tuhaf huylarimizdan galiba.

Teglev adinda bir subay, oykunun kahramanidir. Bu siradan gorunuslu adamin ‘kader insani’ olarak anilmasinin sebebi canini kolayca tehlikeye atarak bir kopegi kurtarmasi, iskambil falinda cikacak kagitlari dogru bilmesi gibi olaylarla pekisiyor.

Donemin kahramanlik taklidi yapan bazi insanlari soyle tasvir ediliyor:

‘Neler yoktu bunlarda: Byron’luk ve romantizm havasi, Fransiz Ihtilali ve Dekabristleri tutarken Napoleon’a hayranlik; kadere, burclara sonsuz inanc, irade gucune guven, pozculuk, laf ebeligi ve boslugun bitmez tukenmez ic bunalimi… Gercek bir ruh gucuyle yucelik ozlemi, ote yandan kotu terbiye, cahillik, aristokratlik ve yaldiz ozentisi…’

Teglev ile ayni kulubede kalan anlatici, bilmem hangi seytanin durtmesi ile geceyarisi duvara vuruyor. O bunu tekrarladikca Teglev birinin kendisini cagirdigini dusunmeye baslayip disari firliyor. Yetmiyor, adinin ‘Ilyusa’ diye gecenin ortasinda fisildandigini duyuyor.

Dolanip duruyor karanlikta, anlaticinin tak-tak seslerinin kaynagini aciklamasi da birsey degistirmiyor artik. Masa’nin, ‘seninle evlenemem’ deyip kalbini kirdigi o kizin onu bulmaya geldigini soyleyip duruyor. Ertesi gun Petersburg’a gidiyor ve donup Masa’nin uzuntuden kendini zehirledigini soyluyor. Biraz dolastiktan sonra intihar ediyor. Isin ilginc tarafi, ardinda Napoleon ve kendisinin dogum ve olum tarihlerinin rakamlari toplaminin ayni oldugunu gosteren bir ebced hesabini mektup olarak birakiyor! (Kendisi de Napoleon gibi topcu subayidir!)  Anlatici daha sonra da Masa’nin koleradan oldugunu, Teglev’in bunu soyleyen doktora karsi cikarak ‘zehir’ diye direttigini de ogreniyor. Gece cagirilan Ilyusa’nin da satici Ilya oldugunu…

*****

Han
Bu kisaca yasli hanci Akim’in hizmetci Avdotya ile evlenmesi, Avdotya’nin ise yakisikli Naum’a Akim’in paralarini vererek, adamin elinden hem parasini, hem esini hem de hanini almasi seklinde ozetlenebilir. Sonunda Akim haci olup diyar diyar gezmistir. Boyle iste.

******
Certophanov ile Nedopuskin

‘Kayitsiz, belki biraz da alayci tabiat, insanlara, onlarin toplumdaki mevki ve maddi durumlarini hic hesaba katmadan birtakim istidat ve egilimler bagislamistir. Boylece fakir bir memur oglu olan Tihon’u da gayet hassas, tembel, yumusak ve ince ruhlu; sadece zevke duskun, koku, tad alma duygulari son derece geliskin bir insan olarak yarattiktan sonra lahanayla, kokmus balikla beslenmek zorunda birakmisti.’

Bu Tihon (Nedopuskin) bir ciftlik sahibinin yaninda soytarilik ederken, adam saka olsun diye olunce ciftligini ona birakacagini soylemis ve ertesi gun de olmus. Diger mirascilar Tihon ile alay ederken Certophanov onu kurtarir. Son derece kavgaci, surekli ‘kisizade’ olmakla ovunup duran ama haksizliga da baskasina bile yapilmis olsa katlanamayan biridir o.

Bir Yahudi’yi de eziyet eden koylulerin elinden kurtarir ayni sekilde. Adam iyiligin altinda kalmamak icin Certophanov’a guzel bir at hediye eder. Certophanov bu ati (Malek-Adel (?)) cok sever. Bir gece gelip ati caldiklarinda uzuntusu cok buyuk olur. Tam bir yil aradiktan sonra atini bulup getirir. Eskisi gibi atiyla ovunmeye baslar ama icine gizlice yerlesen bir suphe vardir. Acaba bu at Malek-Adel degil midir?

Tum hayvan besleyenler dusunur mu bunu bilmem, ama tavsanim niyet cektirilen beyaz tavsanlarla birebir ayni oldugu icin ben dusunurum arada: Acaba bir suru tavsanin arasina salsam, geri doner mi? Beni tanir mi? Ben hangisi oldugunu kesin olarak bilir miyim? J

Atin Malek-Adel olmadigini diyakosun ‘yeni atiniz eskisinden daha guzel’ sozuyle kesin olarak anlayan Certophanov, ati bir hendege goturur, vuracaktir. At ise kacmaya baslar. Ben at kurtuldu diye sevinirken, zavalli at o an evine donmekte olan Certophanov’u ‘ben geldim’ der gibi burnuyla durter. Certophanov ise ati alnindan vurur. Bu Rus yazarlarinin hayvanlara karsi bu acimasizligi benim icin cok fazla. Ne olurdu ki at kurtulsaydi?

******

Mumu

Sagir ve dilsiz, cam yarmasi gibi koylu Gerasim, sehirde kapicilik etmek icin bir konaga gelir. Bir kizi sever, tabi vermezler. Ustelik guzellikle pesini biraksin diye kiza sarhos taklidi yapmasini soylerler cunku Gerasim sarhoslari sevmez. Kizi evlendigi ayyasla beraber koye gonderirler. Gerasim bogulmakta olan bir yavru kopegi kurtarir, besler sonra. Simdi de ona duskundur, aksamlari onu koynunda yatirir. Bu guzel kopege, homurdanmasi ile cikarabildigi tek ses oldugu icin ‘Mumu’ adini verir. Kopegi bahcede goren Hanimefendi, onun yanina getirilmesini emreder. Fakat kopecik cekingendir, Hanimefendiden urkup ona hirlar. Hanim bunu gururuna yediremez, kahyasina kopegin konaktan uzaklastirilmasini soyler. Kopek gizlice satilir ama Gerasim her yerde onu arar. Sonunda kopek boynunda kopardigi iple geri doner.

Boyle bitse ya… Nerdeee? Ben anladim artik, Turgenyev’in tarzi pek Cehov gibi degil. Gulduru unsurlari olsa da, hep aci bitiyor hikayelerin sonu. Geri donen Mumu bir ayyasa havlayinca onun uzaklastirilmasi icin tum konak halki kulubeyi basar. Gerasim onlara isaret diliyle kopegin hakkindan kendisinin gelecegini soyler.

Son yaptigi kopegi bir ahci dukkanina goturup yemek yedirmek olur. Sonra da kayiga binip tugla parcalarina baglayip suya atar! Sart miydi sanki boyle bir son? Koyune geri donerken kopegi de goturse olmuyor mu? 

4 Ocak 2016 Pazartesi

Moy Universiteti / Benim Universitelerim – Maksim Gorki


Ben bunu okudugumda daha yaz gelmemisti. Bazen, siradaki kitabi ismine, o aralar benim icin onem tasiyan seylere gore secerim. O donemde birden fazla universite ile ilgili bir donemecteydim, ondan bunu aldim elime. Zeytinlikteki evde, kopegimiz yanibasimda uyuklarken okudum. Hatta baharin baslariydi. Kitabi pek sevmedim, zaten daha once Cocuklugum’u da okuyup begenmedigimi hatirliyorum. Yazarlar kendi hayatini yazma konusunda pek basarili degil bence. Intiharindan, asklarindan, okuma azminden bahsederken kendini oyle alaya aliyor ki, pek etkilenemiyor insan.

‘Insani insan yapan seyin cevresine gosterdigi direnis oldugunu cok erken anlamistim.’

‘Mujige, sen kardes, demek gerek, aslinda fena bir insan degilsin, ama kotu sartlar icinde yasiyorsun ve yasaminin daha iyi, daha rahat olmasi icin hic bir sey yapmasini bilmiyorsun… Yabani bir hayvan kendisine senden daha iyi bakar, kendisini senden daha iyi savunur. Halbuki butun kisizadeler, din adamlari, bilginler, carlar hepsi, hepsi senden, mujikten turedi; butun bunlar eski mujiklerdir. Gordun mu, anladin mi? O halde yasamasini ogren ki, seni daima yumruklamasinlar!’

‘Dogru yol gosterenlerden korkma, iyi adamlari hayattan kovma olaylarina bircok seferler rastladim. Boyle insanlara iki turlu davranirlar: Ya ilkin iyice aleyhinde bulunduktan sonra her careye basvurarak onu mahvederler; ya da bir kopek gibi gozlerine bakarak karsisinda elpence divan dururlar. Bu daha az raslanan yoldur. Boyle iyi adamlardan yasamayi ogrenmezler, onlara benzemeye calismazlar, beceremezler. Belki de istemezler. Yapabilirler, ama istemezler! Dusun ki: Insanlar buyuk emekler harcayarak kendilerine bir yasama bicimi kurmuslar, bu bicime alismislar. Derken birisi cikip isyan ediyor: Boyle yasanmaz! diyor. Biz en iyi guclerimizi bu hayata bagladik be, seytan alsin seni! Ve… Vurun ona, ogretmene, dogru yolu gosterene! Bize engel olma! Oysa yine de, canli gercek ‘boyle yasanmaz’ diyenlerdedir. Gercek bunlardadir. Yasami daha iyiye goturen bunlardir.’

Kazan Universitesi’ne gidecekmis, durumu yokmus okuyamamis. Surekli is degistirmis, bir ara firinda calismis:

‘Carsidan bir trampetcinin, dort mermisi olan bir tabancasini satin aldim. Kalbime rastlayacagini hesapliyarak gogsume ates ettim; ama ancak akcigerimi deldim.’

Tanistigi adamlar ona ogreticilik yapmis sonunda. Altini cizmis oldugum bolumler disinda pek birsey  hatirlayamadigim icin uzgunum. Zaten gidip uclemenin sonuncusunu okumusum :/

1 Ocak 2016 Cuma

Smert Ivana Ilyicha / İvan İlyiç’in Ölümü – Lev Tolstoy



Eylul’de okudum, ancak simdi yazabiliyorum. Soyle basliyor:

‘İvan İlyiç orada toplanmış olanların meslektaşıydı. Birkaç haftadır hasta yatıyor, hastalığının iyi olmayacağı söyleniyordu. Henüz görevinden ayrılmamakla birlikte, ölümü halinde onun yerine Alekseyev’in, Alekseyev’in yerine de ya Vinnikov’un ya da Ştabel’in atanacağı söylentileri dolaşıyordu. Bu nedenle, İvan İlyiç’in öldüğünü öğrenir öğrenmez odadaki bayların ilk aklına gelen, bu ölümün kendilerinin ve tanıdıklarının  yer değiştirmesi, yükselmesi üzerinde ne gibi bir etkisi olacağıydı.’

‘Bu ölümün zihinlerde uyandırdığı çeşitli yer değişikliği ve yeni bir göreve geçme düşüncesi bir yana, yakın bir tanıdığın ölmüş olması hepsinde, her zaman olduğu gibi,  ‘iyi ki ölen ben değilim de o’ şeklinde bir sevinç yarattı.’

Insanin kendine bile itiraf edemeyecegi birseyi bu adam nasil da bulup cikarip caktirmadan yuzune vuruyor. Ivan Ilyic’in mesai arkadaşı sosyal ödevlerini bitirip hemen kendini vint oyununa zor atiyor mesela.

Es seciminde farketmeden sunu dustur edinenler, okusalar ne hissederlerdi acaba?

‘İvan İlyiç kendisine daha iyi bir eş seçebilirdi, ama bu da iyi sayılırdı.’

Boyle anlamsiz davranislarda bulunmak neden bu kadar yaygindir ki?

‘Karısı ortada fol yok yumurta yokken hayatın tadını tuzunu kaçırıyordu. Durup dururken onu kıskanıyor, ondan kendisine ilgi göstermesini istiyor, sağa sola çatıyor, birtakım hoş olmayan kaba davranışlarda bulunuyordu.’

‘Arada bir karı koca arasında bazı anlaşmazlıklar çıkmıyor değildi, ama ikisinin de durumlarından memnun olmaları ve işlerin çokluğu büyük kavgaların çıkmasını önlüyordu. Her şey düzene girince biraz canları sıkılmaya, bir şeyin eksikliğini duymaya başladılar; neyse ki o zamana kadar yeni dostluklar kurulmuş, yaşamları yeni aliskanliklarla dolmuştu.’

Hayatta her seyi degistirecegi sanilan seyler vardir, gerceklestiklerinde ise aslinda pek az seyi degistirebildikleri gorulur: Ivan Ilyic’in yeni bir eve tasinmasi da benzer bir hikaye:

‘İstedikleri gibi bir daire de bulunmuştu. Eski tarza uygun, yüksek tavanlı bir konuk odası, çalışmak için kocaman bir salon, karısıyla kızı için ayrı odalar, oğlu için bir derslik; kısacası her şey tam onlar için düşünülmüş gibiydi. İvan İlyiç evin düzenini de üzerine aldı. Duvar kağıtlarını kendi eliyle seçti, evin mobilyasını elden düşme eşyalardan alarak beğendiği döşemelik kumaşlarla bunlara günün anlayışına uygun bir görünüş verdi. Her şey yavaş yavaş tamamlandıkça hayalinde yaşattığı şekle bürünüyordu. (…) İvan İlyiç her şey olup bittikten sonra evin günün zevkine uygun, ince, kibar bir görünüş alacağını anlamıştı. Akşamleyin uykuya yatarken salonun alacağı şekli hayal ediyordu. Henuz tamamlanmayan konuk odasina baktikca ocagi, ocagin onune konulacak paravanayi, etajeri, saga sola dagitilacak ufak sandalyeleri, duvarlara asilacak tabaklari, tunc biblolari yerli yerinde goruyordu. (...) Durusmalarda bazen dalip giderdi, bu sirada duz ya da kabartmali kornislerden hangisinin perdelere daha iyi gidecegini dusunuyor olmaliydi.’

‘Aslına bakılırsa pek zengin olmayanların zenginlere benzemek için aldıkları, ancak birbirininkine benzer. Ivan Ilyiç'inkinin olup olacağı da buydu. O da, kendisi gibi orta halli insanların belirli kişilere özenerek aldıkları döşemelik kumaş, abanoz mobilyalar, çiçekler, halılar, tunç biblolar cinsinden koyulu açıklı birtakım bilinen eşyalar almıştı. Bütün esyalari bu benzerlikle değerlerinden yitiriyordu, ama gelin bir de ona sorun!...’

Yeni evle ilgili bir isle ugrasirken duser, bir yerini incitir. Once onemsenmeyecek gibi gorunen bu incinme, bir sizi ile kendini surekli hissettiren bir agriya donusur (Kitabi okudugum siralarda yeni duzene alisma cabalari ile kendini gosteren surekli bir boyun agrisi Ivan Ilyic ile empati yapmami kolaylastirdi). O benden farkli olarak doktor doktor geziyordu ama:

 ‘Ivan Ilyiç doktorun kararından durumunun kotu oldugunu, doktor da dahil, belki  kimsenin buna aldırış etmediğini anladı. Bunu anlayınca da büyük bir şaşkınlık gecirerek kendine acımaya, böyle önemli bir konuda ilgisiz kalan doktoruna kin duymaya başladı.’

‘Doktoru ziyaret edeli beri Ivan Ilyiç'in başlıca uğraşısi, doktorun sağlığını koruması için söylediklerini harfi harfine uygulamak, ilaçlarını almak ve vucudunu günden güne kemiren ağrılarına kulak vermek olmuştu. Çevresindekilerin hastalıkları, sağlık durumları, onun en çok ilgi duyduğu konular arasına girdi. Yanında birilerinin hastalığından, Ölümünden, iyileşmesinden, hele hele kendisininkine benzeyen bir hastalığından söz edilmeye görsün, hemen dikkat kesiliyor, heyecanını belli etmeden sorup soruşturuyor, kendi hastalığıyla karsilastirmalar yapiyordu.’

Bazen guldurmuyor da degil:

‘Odasına gidip soyundu, eline Zola'nın bir romanını aldı. Ama bir türlü kendini okumaya veremiyordu. Hayalinde körbağırsağını isteğine uygun olarak düzeltti. Bütün organları görevlerini düzenli bir biçimde yaparak tıkır tıkır çalışiyordu. Kendi kendine, "Olacağı zaten buydu, yalniz doğaya biraz yardım etmek gerek," diye düşünüyordu. Bu sırada ilacını hatirlayarak dogrulup aldi, suyla icerek sirt ustu uzandi. Ilacın etkisini, ağrıyı nasıl yavaş yavaş kestiğini dinlemeye koyuldu.’

‘"Gaius gerçekten ölümlüdür, onun ölmemesi için bir sebep yok; ama ben Vanya, Ivan Ilyiç, başkayim... Bütün duygularımla, düşüncelerimle herkesten ayrıyım. Benim ölmek zorunda olmam akıl almayacak bir şey. Çok korkunç olurdu bu!"

Malesef tamame yabancisi olmadigim sayiklama halleri (insani bu kadar yoran cok az sey vardir herhalde):

‘Kanepenin arkalığında bir düğme, sahtiyan kaplamada kırışıklar, derken, "Sahtiyan hem pahalı, hem de dayanıksız... Onun yüzünden az mı kavga ettik?... Ama babamızın yırtılan çantasının sahtiyanı da, o yüzden çıkan kavga da bir başkaydı... Bunun icin bizi odaya kapatmışlar, annemiz bize börek getirmişti..." diye düşünerek yine çocukluğuna gidiyor, gene acı şeyler hatirliyor, bu düşünceleri kendinden uzaklaştırıp başka şeyler düşünmeye çalışıyordu.’

Allah insani bunlardan korusun iste. Ic hesaplasma bile degil bunlar, anlam verememek sadece. Otomatik pilota alinmis gibi yasanan bir hayat insana hayret veriyor demek ki.Hem de olum o kadar yakinken:

"Karşı konulmaz," diyordu. "Ama en azından nedenini anlayabilseydim! Bunu da yapamıyorum... Gerektiği gibi yaşamamış olsaydım aklım yatardı. Böyle bir şeyi nasıl kabul ederim?" Ivan Ilyiç şöyle bir gerilere gidince yaşamının geleneklere, göreneklere, nezaket kurallarına uygun geçtiğini düşünüyor, "Böyle bir şey olamaz!" diyordu. Bir yandan da gülümsüyordu.’

‘Kendisinden yüksekte olanların iyi saydığı şeylere karşı içinde uyanan belli belirsiz kıpırdanışlar, hani şu içinde uyanır uyanmaz kovmaya çalıştığı zayıf kuşkular doğru olabilirdi ve belki bunun dışındakiler gerçeğe aykırıydı! Eşi de, yaşama düzeni de, aile anlayışı da, görev ve toplum ilişkileri de temelden yanlıştı belki de.’

Sanki obur tarafa gecip de geri donmus gibi boyle tasvirler nasil yapilabiliyor?

‘Zaman kavramını unuttuğu üç gün boyunca, görünmeyen, karşı konulmaz bir kuvvetin onu sokmaya çalıştığı siyah çuvalın içinde debelendi durdu.’

‘Kendi kendine, "Evet, yaşamım boyunca gerekeni yapamadığım doğru," diyordu. "Ama zararı yok. 'Mecbur olunan şey' de pekâlâ yapılabilir. Peki nedir bu mecbur olunan şey?" Ivan Ilyiç bu soruyu sorduktan sonra birdenbire sakinleşti.’

Bir insandan sefkat esirgenmisse, o da bunu baskalarina gostermeyi ogrenememisse daha kotu ne gelebilir ki basina?

‘Can çekişen Ivan Iyiç avaz avaz bağırıyor, kollarını oradan oraya savuruyordu. Eli birden oğlunun başına çarptı. Çocuk elini yakaladı, dudaklarına götürdü, ağlamaya başladı, işte o anda kara deliğe yuvarlanarak oradaki ışığı görmüş, yaşamının gerektiği biçimde geçmediğini, ama henüz bunu düzeltebileceğini anlamıştı.’

‘Içinde ölüme karşı duyduğu her zamanki korkuyu arıyor, bulamıyordu. Nerede?... Ne ölümü?... Korkunun zerresi yoktu, çünkü ölüm yoktu. Ölüm yerine aydınlık vardı. "Demek öyle! Ne büyük mutluluk!..." Bütün bunlar onun için bir anda oluverdi ve bu anın anlamı artık değişmedi. Orada bulunanlar içinse can çekişmesi iki saat daha sürdü. Göğsünde bir şeyler hırıldıyor, bitkin bedeni tir tir titriyordu. Sonra hırlamalar, titremeler gitgide azaldı. Birisi üzerine eğilerek, "Bitti!" dedi. Ivan Ilyiç bunu işitti, içinden aynı sözü yineleyip, "Ölüm bitti, o yok artık," dedi. Derin bir soluk aldı. Daha soluğun yarısındayken durdu, gerindi ve can verdi.’


Ve spoiler’in en basindan, oykunun ismi ile verildigi olum gerceklesir. Olen hic haketmedigini dusunerek ve geride kendisi icin uzulen pek az insan birakarak gitmistir. Gercekci ve fazlasiyla uzucu bir hikaye.