30 Ocak 2014 Perşembe

Les Misérables / Sefiller – Victor Hugo

                                       

                                      

Altın Kalem Klasikleri’nden 1971 yılında çıkmış iki ciltlik baskı bu. Nesrin Altınova’nın güzel çevirisiyle. Hayatımda okuduğum en uzun roman. İki hafta boyunca içindeki karakterlerle yaşamışım sanki, kitap biterken anladım.

                                                  

Nasıl anlatsam, nerden başlasam… En iyisi Victor Hugo nasıl başladıysa öyle başlamak:

“Yeryüzünde kanunlar, gelenekler yoluyla, medeniyetin ortasında, suni olarak cehennemler yaratan, Tanrı vergisi kaderi insan eliyle karıştıran bir toplum lanetlemesi bulundukça; yüzyılımızın başlıca üç meselesi –erkeğin yoksulluk yüzünden alçalması, kadının açlık yüzünden düşmesi, çocuğun okumamışlık yüzünden kabiliyetlerinin mahvolması- halledilmedikçe; bazı bölgelerde toplumun insanları boğması mümkün oldukça; başka deyimle, daha geniş bir açıdan, yeryüzünde cehalet, sefalet bulundukça bu gibi kitaplar yararsız olmayacaktır.”

Çocukken okuduğum 50 sayfalık Sefiller’den aklımda rahibin evinden gümüş şamdanları çalan bir hapishane kaçkını (Jean Valjean) kalmış. Rahip, Digne piskoposu Bay Myriel. Daha Jean Valjean ortalarda yokken, piskoposun iyilikseverliğini sayfalarca okuyorum. Victor Hugo’nun hiiiç acelesi olmadığını iyice anlıyorum, kendimi ona göre ayarlamaya çalışıyorum.

Bay Myriel’in vaazlarında değindiği bir pencere vergisi var. Wikipedia’ya göre 1926’ya kadar Fransa’da yürürlükte kalan kanuna göre kapı ve pencerelerden vergi alınıyormuş. Bu yüzden pencerelerine duvar örüyorlarmış. Piskopos şöyle diyor: “Heyhat! Tanrı havayı insanlara bağışlar, kanun bunu onlara satar.”

Daha önce krallık karşıtı olduğu için yanına gitmediği yaşlı bir adamı ölüm  döşeğinde ziyaret eder piskopos. Aralarında şöyle bir konuşma geçer:

- Krallık, hatadan çıkan bir otoritedir; onu da, işte bu müstebit doğurmuştur; oysa bilim kökü gerçekte olan bir otoritedir. İnsanı bilim yönetmelidir.
- Bir de vicdan.
- O da aynı şeydir. Vicdan, kendi içimizde kendiliğinden doğan bir miktar bilimdir.

Bu arada eski forsa Jean Valjean, Digne’ye geliyor. Meyhanelerden kovulan Valjean’ı piskopos evine alıyor. Kendisine insan gibi davranıldığını gören Valjean, mahkumiyet günlerinin vahşiliğiyle “Beni evinizde, yanı başınızda yatırıyorsunuz demek! Adam öldürmediğimi ne biliyorsunuz?” diyor.

Piskopos sükunetle odasına gidiyor, uyuyor. Sahip olmak için kendisine izin verdiği son lüks eşyası olan gümüş yemek takımlarını Jean Valjean çalıp kaçıyor. Yakalanıp geri getiriliyor ama piskopos onları hediye ettiğini söylüyor, “neden şamdanları almadın?” diyor. Aç yeğenleri için ekmek çalınca, o ekmek yeğenlerinin kursağına girmeden, yıllarca küreğe mahkum edilen forsa, şimdi yaptığı hırsızlığın affedildiğine inanamıyor. Ruhunu şeytana satmanın tersine, meleğe satmış oluyor. O melek de hayatı boyunca iyilik yapmasını söylüyor.


Bu arada Fantine adlı sırma saçlı, inci dişli bir işçi kız Paris’te bir hukuk öğrencisinin sevgilisidir. Kır gezintileriyle geçen bir günün akşamında bu öğrenci Fantin’e sürpriz yapar: “Yedik içtik, güldük eğlendik, ailem beni memlekete çağırıyor” diye not bırakarak kayıplara karışır. Fantine hamiledir, çocuğunu doğurur ama Paris’te uzun süre kalamaz. Memleketi Montfermeil’e gidecektir, üç yaşındaki kızı Cosette’i bir kasabada, Thénardier’lerin meyhanesine bırakır. Montfermeil’de çalışıp onun bakımı için gönderecektir.

Jean Valjean ise Fantine’in geleceği bu şehirde kara kehlibar ticaretini canlandırmış, bölgeyi kalkındırmış belediye başkanı Madeleine Baba’dır artık. Fantine fabrikada çalışmaya başlar. Sürekli mektup yazdığı gayrimeşru çocuğu ortaya çıkınca kapının önüne koyarlar. Para sızdıran Thénardier’lerin uydurma masrafları için girilen sefaletin bin türlüsü: Saçlarını satar, dişlerini söktürür satar, bedenini satar... Ve bir tesadüf sonucu Madeleine Baba ona bilmeden yaptığı kötülüğü anladığında bir hastaneye yerleştirilir. Durumu ağırdır, kızını yanına istemektedir.

Jean Valjean’ın polis memuru Javert’le başı derttedir. Javert onun eski forsa olduğundan şüphelenir. Ne var ki, elma çalan başka biri onun yerine yakalanır ve ne kadar inkar ederse etsin tüm deliller onu göstermektedir. Javert hata yaptığı için kendinden utanır. Facebook filozoflarının favorisi “İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmak.” sözünü  Madeleine Baba’ya o söyler. “Siz benim sandığım kişi olsaydınız, size karşı iyilikle davranmazdım ben.”

Belki şans Madeleine Baba’dan yana, ama vicdanı değil. Elma hırsızının onun yerine küreğe mahkum edilecek olmasına dayanamaz ve yola çıkar. Mahkemeye giderken atları yorulur, tekerlek bozulur bir sürü engel çıkar. Hepimizin yapacağı gibi, vicdanının emrettiği şeyi yapmaya giderken önüne çıkan engellere gizlice sevinir. Ne çare ki mahkemeye zamanında yetişir ve  kimliğini açıklar. Hastanede yatan Fantine’in yanına döndüğünde kızını ona getireceğini söyler ama Javert gelip yakasına yapışır. Kızını getirmek için ümitlerini bağladığı belediye başkanının Javert’e sessizce itaat ettiğini görünce son nefesini verir.


 Allah biliyor, bu kitabı okumak kolay olmadı. Ne güzel gidiyorken Victor Hugo bir başlar Waterloo savaşından. Kitap tarih kitabı olmaya doğru evrilir, karakterler ortadn silinir. Sahneye Wellington, Napoleon ve diğerleri çıkar. Gerçek, kurgudan daha az ilgimi çekse de yazar, zamansız tespitlerle yine şaşırtır. Daha çok tarih okuyan biri kitabın bu bölümlerinden daha fazla yararlanabilirdi belki.

“Ancak ilkel milletlerde bir zafer birdenbire kalkınmalar yaratır. Bu, bir fırtınayla kabaran sellerin geçici gururu, kendini-beyenmişliğidir. Medeni milletler, hele içinde bulunduğumuz çağda, bir komutanın iyi ya da kötü talihiyle ne yükselir, ne de alçalır.”

“Her top atışı altı franktan hesaplanırsa günde dokuzyüz bin frank, yılda üçyüz milyon duman olup gidiyor. Bu sadece bir teferruat. Bu sırada fakirler açlıktan ölüyorlar.”

Waterloo Savaşı'nın olduğu yerdeki Arslanlı Tepe (Lion's Mound)
                                           

Jean Valjean ticaretten kazandığı parayı alıp kaçıyor. Montfermeil’de geceyarısı ormandan su almaya gönderilen Cosette’i buluyor ve kovayı elinden alıyor. Onunla birlikte hana doğru yürüyor. Cosette’e kimse Tanrı’ya dua etmeyi öğretmemiş ama o yine de içinde “umuda, neşeye benzeyen, göğe doğru yükselen bir şeyler” duyuyor.

Handa sessizce otururken Cosette’in yaşamını görüyor Jean Valjean. Üst baş perişan, durma dinlenme yok. Sürekli azarlanan, mümkün olduğunca az yer kaplamak için masanın altına büzülen, hancının bebekleriyle oynayan kızları Eponnine ve Azelma’ya bakıp biricik oyuncağını, kurşun kılıcını kundaklayan bir çocuk. Valjean gidip kasaba panayırından kocaman bir bebek getiriyor ona. Ertesi sabah Cosette’i memnuniyetle ona veriyorlar.

Cosette’in yeni hayatının ilk sahnesi: Yaşlıca bir adam ve onun getirdiği yas elbiselerini giymiş küçük kız Paris’e doğru yürüyorlar. Kızın elinde kocaman, pembe elbiseli bir bebek var.


Paris’te hayır işlerine yapıyor Valjean. Dikkat çekmemek için elinden geleni yapsa da Javert yine peşine düşüyor. Gece sokaklarda onu atlatmaya çalışıyor.

“Jean Valjean önemli bir özelliğe sahipti denebilir, sanki iki ayrı torbası vardı: Birinin içine ermiş düşüncelerini koyuyordu, ötekine de bir forsanın korkunç ustalıklarını; yerine göre torbaların ya birini karıştırıyordu, ya ötekini.”

Forsanın torbasından çıkan duvara tırmanma ustalığı onu bir ermişler yatağına düşürüyor. Burası kitabın en gerilimli, en meraklı yerlerinden biri. Uzaktan güzel bir şarkı sesi geliyor, yerde haç şeklinde yatan bir insan var, sonra bahçeden çıngırak sesleri geliyor. Jean Valjean anlam veremiyor, ben “ne oluyor ya” diyorum. Meğerse burası bir manastırmış: şarkı bir gece ayiniymiş, yerde yatan diğer insanların günahları için “düzeltme” yapan bir rahibeymiş, ve çıngırak sesi de rahibeler sesini duysun da kaçışsın diye çıngıraklı dizlik giyen bahçıvan Fauchelevent’ten geliyormuş. Manastırın bir “bataklık” olduğu, 19. yüzyılda yeri ve insanlığa faydası olmadığı sonucuna varan uzuun bilgiler veriyor Hugo.

Fauchelevent, Valjean’ın Madeleine Baba iken devrilen bir arabanın altından çıkardığı bir yaşlı adam. Onu ve kızı sorgulamadan yanında alıkoymaya razı, ama manastıra girebilmek için önce oradan çıkmak gerekiyor. Valjean, ölen rahibe gizlice manastırın altına gömüldüğü için  boş kalan bir tabutun içinde çıkıyor manastırdan. Hesapta Fauchelevent’in ayyaş mezarcı arkadaşı sarhoş edilip sızacak, o da tabutu açıp Valjean’ı çıkaracak. Ama mezarcı ölmüş,yerine başkası gelmiştir. Gerilim tırmanmaktadır:
“Birdenbire başının üzerinde, gökgürültüsü gibi bir gürültü işitti. Tabutun üzerine dökülen bir kürek topraktı bu. İkinci bir kürek toprak daha döküldü. Soluk aldığı deliklerden biri tıkandı.”

Fauchelevent bir hileyle mezarcıyı uzaklaştırıyor, tabutu açıyor ve “Türk gibi güçlü” dediği Jean Valjean’ı kardeşi olarak tanıtılıp bahçıvan yardımcısı oluyor.


Sahneye Marius dalıyor şimdi de. Babasıyla hiç görüşememiş, dedesiyle yaşamış güzel bir çocuk. Sandığı gibi umursamayan değil, iyiliği için onu görmekten feragat eden bir babası olduğunu ancak o ölüm döşeğindeyken anlıyor. Kralcı büyükbabası babasının hatırasına saygı göstermeyince sokaklara vuruyor kendini, sefil oluyor:

“Bütün bu zorluklarda içindeki gizli bir gücün kendisini teşvik ettiğini, yükselttiğini hissediyordu. Ruh bedene yardım eder, bazı zamanlar onu kaldırır; kafesine destek olan tek kuştur.”

Marius, biraz da Victor Hugo’nun kendisini anlatıyormuş. Onun yaşadığı gibi Hugo da sırasıyla kralcı, Napoléon’cu ve en sonunda cumhuriyetçi olmuş. Marius’un ilginç bir özelliği de, babasının vasiyeti sonucu Thénardier’i Waterloo’da babasının hayatını kurtaran adam olarak bilmesi. Diğer bir yanılsamayı da manastırdan ayrılan Cosette hakkında yaşıyor. Baba dediği, Ultime Fauchelevent adını alan Valjean’la parkta gezen Cosette güzelleştikçe Marius’un ilgisini çekiyor. Zamanla aşık olduğu bu kızın düşürdüğünü sandığı mendilde U.F. harflerini gören Marius, bunu öpüyor, kalbine bastırıyor. Biz işin aslını bilmediğimiz sürece yanılsamalar gerçekmiş gibi etki bırakabilir ya üzerimizde.

Kaçınılmaz olarak bir çok olay ve karakter yazıma dahil olamıyor bile. Normaldir, Sefiller öyle bir derya ki en çok iz bırakanlardan not aldıklarımı yazmak zorundayım. Valjean ve Cosette güzel bir evde yaşıyorlar, Marius Cosette’in izini tekrar buluyor. Birbirlerine aşklarını itiraf ettikten sonra bahçede mutlu gezintiler yaptıkları bir süre geçiyor ama Valjean’ın geçmişle ilgili kuruntuları ve Eponnine’in Marius’a aşık olduğu için bu kuruntuları körüklemesi yüzünden baba bir gün kızına yakında İngiltere’ye gideceklerini söylüyor.


Marius’un devrimci arkadaşları cumhuriyet için ayaklanıyorlar:

“Düşman sadırısı coğrafi sınıra saldırdığı gibi istibdat da manevi sınıra saldırır. Müstebidi kovmak da, İngiliz’i kovmak da toprakları geri almaktır.”

                                    

Cosette’in evini bomboş bulan Marius da  ona haber vermeden giden sevgilisinin arkasından ölme isteğiyle barikata gider. Barikatlar... Fransız devrimcisinin Fransız askerine geçit vermemek için yolun ortasına diktiği anıtlar. Barikatta geçen sahneleri anlatmam faydasız olur. Londra’da Sefiller’i izleme imkanı bulmuştum, oradaki barikat dekoru geldi hep aklıma. Ama bu kez yazarın kendi cümleleriyle resim tamamlandı.

Sefiller  dünyanın en uzun süredir sahnelenmeye devam eden müzikaliymiş.
                                                               
Marius’un öleceğini söyleyerek Cosette’e  gönderdiği mektubu Jean Valjean alır ve o da barikata gider. Barikattaki tüm devrimciler ölür, Valjean esir tutulan Javert’in canını bağışlar ve yaralanıp bayılan Marius’u lağımda sırtında taşır. (Tabi yazar bana Paris lağımının tarihçesini anlattıktan sonra!) Tesadüf eseri lağımın anahtarını elinde tutan Thénardier para karşılığı kapıyı açıp ölü sandığı Marius’u ve Valjean’ı çıkarır.

Marius iyileşmesi için dedesine götürülür, Cosette onu ziyarete gelir ve evlenirler. Ama Valjean’ın vicdanı yine rahat değildir. Eski bir forsa olduğunu Marius’a söyler, malesef o da çareyi Cosette’i yavaş yavaş Valjean’dan uzaklaştırmada bulur:

“Cosette, mavi gökte kendi benzerini, aşığını, eşini, ulu erkeğini bulmuştu. Kanatlanıp biçim değiştirerek uçarken yerde, arkasında, boş, iğrenç kozasını, Jean Valjean’ı bırakıyordu.”

Yazar ne kadar Cosette’i haklı çıkarmaya çalışsın, onu suçlamamamı söylesin. Cosette tam bir nankör!  Valjean’ın eski forsa olduğunu daha bilmeden unuttu onu. Nasıl? İnsanın alışılageldik nankörlüğü diyor Hugo...

Thénardier Marius’u bulup para sızdırma niyetindeyken, yanlışlıkla Valjean’ı aklar. Onu lağımdan kurtarıp Cosette’e getirdiğini öğrenir ve onu da alıp Valjean’ın evine gider. Onu ne kadar sevdiklerini, yanlarında götüreceklerini söyledikleri adam az önce Cosette’in küçük matem elbiselerini seyretmiş, piskoposun gümüş şamdanlarını yakmış ve az sonra ölecektir. Elini öpen bu iki aşığa “mutlu öldüğünü” söyler. Victor Hugo’nun 14 yılda yazdığı bu klasik, Valjean’ın mezarında son bulur.









Hiç yorum yok:

Yorum Gönder