29 Eylül 2013 Pazar

A Christmas Carol (Bir Noel Şarkısı) – Charles Dickens

İlk tiyatroda seyrettim bunu. O kadar hoşuma gitti ki! Üstelik içime huzur ve neşe dolduran şu şarkıyı da ilk o oyunda dinlemiştim: “God Rest Ye Merry Gentlemen”





Kitabını ise yeni okudum. 1977 basımı resimli bir kitap. Keşke bütün kitaplarda böyle resimler olsa da benim gibi gözünde canlandırmakta zorlananlara yardımcı olsa. Kitap görünüşte çocuk kitabına benziyor ama yazarın günümüz İngilizcesi ile pek alakası olmayan dili her zamanki gibi ağır.




Dickens o Noel şarkısının iki dizesini almış kitaba.

God bless you, merry gentleman!
 May nothing you dismay!”

Kahramanımız huysuz ihtiyar Ebenezer Scrooge, bu şarkıyı söyleyerek onu neşelendirmeye çalışan zavallı çocuğun peşinden cetvelle yarışıyor. Noelden nefret ediyor çünkü. Noel ona ne kazandırmış ki? “Humbug!” diye cevap veriyor onu biraz Noel havasına sokmak isteyenlere. Aynı zamanda yedi yıl önce ölen ortağının adının yazdığı levhayı bile değiştirmeyecek kadar cimri. Tabelada hala “Scrooge and Marley” yazıyor. İşte bu Marley, hortlayarak Scrooge’a gelip, sırayla üç hayaletin onu ziyaret edeceğini haber verdiğinde “Hepsi aynı anda gelse olmuyor mu?” diye atarlanıyor. Sonuçta geçmiş, şimdiki ve gelecek Noel’lerin hayaletleri / ruhları Scrooge’un aklını başına alması için çalışıyorlar.



Dickens’ın muzipliği yine hiç olmadık şekillerde kendini gösteriyor. Mesela Marley’in hayaletinin çenesinin altından bağladığı mendili çözünce çenesinin Maske’deki gibi karnına kadar düşmesi (tiyatroda yapsınlar bunu da hadi!) çok komik. Bir de geçmiş Noel hayaletinin kafasında yanan ışığı söndürmek için elinde külah şeklinde bir mum söndüreceği taşıması... Ne adam ya bu Charles Dickens!

Çok eğlenerek okudum, bazı bölümlerini de not aldım:

It is required of every man,” the Ghost returned, “that the spirit within him should walk abroad among his fellowmen, and travel far and wide; and if that spirit goes not forth in life, it is condemned to do so after death. It is doomed to wander through the world –oh, woe is me!- and witness what it cannot share, but might have shared on earth, and turned to happiness!” (Marley’s Ghost)

“ ‘But you were always a good man of business, Jacob,’ faltered Scrooge, who now began to apply this to himself.
‘Business!’ cried the Ghost, wringing its hands again. ‘Mankind was my business. The common welfare was my business; charity, mercy, forbearance, and benevolence, were all my business. The dealings of my trade were but a drop of water in the comprehensive ocean of my business!”
(Marley öldükten sonra sosyalist olmuş belli.)

Why, it’s Ali Baba!” Scrooge exclaimed in ecstasy. “It’s dear old honest Ali Baba!”

“He lay, in the dark empty house, with not a man, a woman, or a child, to say that he was kind to me in this or that, an for the memory of one kind word I will be kind to him. A cat was tearing at the door, and there was a sound of gnawing rats beneath the hearth-stone. What they wanted in the room of death, and why they were so restless and disturbed, Scrooge did not dare to think.”

“If there is any person in the town, who feels emotion caused by this man’s death,” said Scrooge quite agonised, “show that person to me, Spirit, I beseech you!”



26 Eylül 2013 Perşembe

Mai ve Siyah - Halid Ziya Uşaklıgil



Elimdeki kitap 1977 basımı, İnkılap ve Aka Kitabevi’nden. Dilinin sadeleştirildiğini görünce önce hayal kırıklığına uğradım. Ama okumaya başladığımda hiç öyle yeni baskılarda genellikle olduğu gibi dili samimiyetsiz gelmedi. Kitabı İnternet’ten 2. el olarak almıştım, tabi öyle olunca sürprizlere hazırlıklı olmak gerekiyor. Kitabın iki sayfası yırtılmıştı. Ben de e-kitap versiyonunu bulup o sayfaları oradan okudum. Ve orijinal dilinin beni ne kadar yorabileceğini gördüm.  O yüzden artık kararında bir sadeleştirme için 60-70’li yıllar basımlarını arayacağım.




Roman, Ahmet Cemil isimli bir gazeteci bir gencin kendisi ve ailesi için hayal ettikleri ve gerçekte olanları anlatıyor. Mai ve Siyah aynı zamanda Ahmet Cemil’in büyük umutlarla yazdığı eserinin adı. Bu umutlar, kahramanımız arkadaşı Hüseyin Nazmi’nin kardeşi Lamia’ya aşık olduğunda onunla ilgili umutları ile birleşiyor. Bu iki emele karşı, annesi ve kız kardeşi  İkbal’e karşı sorumlulukları da ağır basıyor.

 Bazen bir roman okurken, yazar her ne kadar beni baş kahramanın dünyanın en çilekeş insanı olduğuna ikna etmek istese de ikna olmuyorum. “Bununki de dert mi? Hiç yoktan üzüp duruyor kendini…” diyorum. Mai ve Siyah ise, bu anlamda çok inandırıcıydı. Ahmet Cemil’le birlikte ben de isyan ettim, çıkış yolu aradım. Zavallı hayal dünyasından çıkamadığı için yediği tokatlar da epey şiddetli oldu. Üstelik herşeye o kadar üzülmesine rağmen, ne yapacağını kendine sorduğunda ardarda hep  “Hiç!” cevabını alması…

Sıkıldığım bölümler olmadı mı? Oldu. Mesela uzun uzun bir tabloyu anlatır gibi gökyüzünün büründüğü değişik renkler tasvir edilirken, eh biraz… Ama onlar da sanki maviden siyaha dönüşün tesirini güçlendirmek için gerekliydi.

Bir alıntı:

“Kimi zaman, birdenbire, hiç beklenmeyen bir dakikada akla çarpıvermiş gerçekler vardır. Bunlar, yıllardan beri damla damla, çeşitli zamanlarda döküle döküle birikmiş belirtilerin; küçük küçük kendi başlarına anlamsız simgelerin birden doğuveren sonucudur. Bir hiç, düşünceden geçen bir rüzgar; o anlamsız belirtileri, simgeleri açıverir. Bunlar, aralarındaki bölmeleri kalkıvermiş atomlar gibi birbirine katılır, birbirini bulur, bir yığın oluşturur; görünmemesi olanaksız bir gerçeklik kazanır.”


23 Eylül 2013 Pazartesi

The Professor – Charlotte Bronte




 Bu kitabı Bristol’de Oxfam adındaki charity dükkanlarından birinde bulmuştum. İyi durumda. Ama sayfa kenarlarının iyi hizalanmamış olması ve içindeki çizimlerden sonra parşömen sayfalar konulmuş olması eski bir kitap olduğunu düşündürttü. Evirdim çevirdim, bir basım tarihi bulamadım. Sonra MDCCCXCIII  şeklinde Roma rakamları ile yazılmış olduğunu gördüm. Yani 1893 basımı, 120 yıllık bir kitap bu!



Yazarı daha çok Jane Eyre ile bilinen Charlotte Bronte. Ilk yazdigi romanlardan biri olmasina ragmen kimse kitabi basmak istemeyince ancak olumunden sonra okurlara ulasabilmis bu kitap. 

Ticarete atılmayı deneyip, ona göre olmadığını anlayınca Brüksel’e öğretmenlik yapmaya giden bir gencin hikayesi. Fakat klasik, öğrencilerini birden sihirli değnekle değiştiren süper öğretmenlerden değil bu. Fransızcayı pek iyi bilmediğini çaktırmamaya, öğrencilerinin eline koz vermemeye çalışan bir İngilizce öğretmeni. Kendisinin komik isimli okul müdiresi Matmazel Zoraide ve elişi öğretmeni Frances’la maceraları (macera dediysem, bakışmak, çay içmek ve paragraflık cümleler kurmak tabi!) romana renk katıyor. Burada hikayesini anlatacağım bir çok kitap gibi bu kitabı da “meraklısına” tavsiye edebilirim.

Birkaç quote ile kapatalım:

“I know that a pretty doll, a fair fool, might do well enough for the honeymoon; but when passion cooled, how dreadful to find a lump of wax and wood laid in my bosom, a half-idiot clasped in my arms, and to remember that I had made of this my equal – nay, my idol – to know what I must pass the rest of my dreary life with a creature incapable of understanding what I said, of appreciating what I thought, or of sympathising with what I felt!”

“Human beings – human children especially- seldom deny themselves the pleasure of exercising a power which they are conscious of possessing, even though that power consist in a capacity to make others wretched; a pupil whose sensations are duller than those of his instructor, while his nerves are tougher and his bodily strength perhaps greater, has an immense advantage over that instructor, and he will use it relentlessly, because the very young, very healthy, very thoughtless, know neither how to sympathise nor how to spare.”

“I have taken notice, Monsieur, that people who are only in each other’s company for amusement, never really like each other so well, or esteem each other so highly, as those who work together, and perhaps suffer together.”

17 Eylül 2013 Salı

En Sonunda Biraz Zaman Var Elimde!



Alacakaranlık Kuşağı'nın bana göre en etkileyici bölümlerinden biri, "Time Enough At Last". Elinde kırık gözlüğüyle düşünüyor Henry Bemis. Kendisinden başka hiçbir canlının kalmadığı felaket sonrası dünyada, okuyacağı kitapları şehir kütüphanesinin merdivenlerine sıralamışken, önündeki bunca zamanı nasıl geçireceğini düşünüyor. "Bu hiç adil değil!" diyor sonra.

Bence de adil değil. Yüksek lisans döneminde zamanımın büyük bölümünü makale okuyarak geçirirken düşündüm: "Sahi benim severek okuduğum şeyler de vardı, neydi onlar?" Romanlardı, hikayelerdi. Çoğunun üzerinden en az bir asır geçmiş, klasik dediğimiz kitaplardı. Ama ben artık onları okumuyordum, çünkü ne kadar seversem seveyim okumak yorucuydu. Okuyarak çalıştığın bir dönemde başka bir şey okuyarak dinlenmek kolay değildi. Derken kararımı az da olsa okumaktan yana verip tezimi yazarken bir yandan Türkçe romanlar okudum.

Yüksek lisans bitti. Şimdi elimde zaman ve kitaplarım var. Bir yandan okurken bir yandan burada onların hikayesini  yazmak, onları bana ve diğer okuyanlara kısa yoldan hatırlatacak bir şey oluşturmak istiyorum. Yazmayı okumak kadar sevmiyorum, ama okuduğum kitaplara dair bir-iki cümle karalamazsam bir şeyler eksik kalacak sanki!