30 Ocak 2014 Perşembe

Les Misérables / Sefiller – Victor Hugo

                                       

                                      

Altın Kalem Klasikleri’nden 1971 yılında çıkmış iki ciltlik baskı bu. Nesrin Altınova’nın güzel çevirisiyle. Hayatımda okuduğum en uzun roman. İki hafta boyunca içindeki karakterlerle yaşamışım sanki, kitap biterken anladım.

                                                  

Nasıl anlatsam, nerden başlasam… En iyisi Victor Hugo nasıl başladıysa öyle başlamak:

“Yeryüzünde kanunlar, gelenekler yoluyla, medeniyetin ortasında, suni olarak cehennemler yaratan, Tanrı vergisi kaderi insan eliyle karıştıran bir toplum lanetlemesi bulundukça; yüzyılımızın başlıca üç meselesi –erkeğin yoksulluk yüzünden alçalması, kadının açlık yüzünden düşmesi, çocuğun okumamışlık yüzünden kabiliyetlerinin mahvolması- halledilmedikçe; bazı bölgelerde toplumun insanları boğması mümkün oldukça; başka deyimle, daha geniş bir açıdan, yeryüzünde cehalet, sefalet bulundukça bu gibi kitaplar yararsız olmayacaktır.”

Çocukken okuduğum 50 sayfalık Sefiller’den aklımda rahibin evinden gümüş şamdanları çalan bir hapishane kaçkını (Jean Valjean) kalmış. Rahip, Digne piskoposu Bay Myriel. Daha Jean Valjean ortalarda yokken, piskoposun iyilikseverliğini sayfalarca okuyorum. Victor Hugo’nun hiiiç acelesi olmadığını iyice anlıyorum, kendimi ona göre ayarlamaya çalışıyorum.

Bay Myriel’in vaazlarında değindiği bir pencere vergisi var. Wikipedia’ya göre 1926’ya kadar Fransa’da yürürlükte kalan kanuna göre kapı ve pencerelerden vergi alınıyormuş. Bu yüzden pencerelerine duvar örüyorlarmış. Piskopos şöyle diyor: “Heyhat! Tanrı havayı insanlara bağışlar, kanun bunu onlara satar.”

Daha önce krallık karşıtı olduğu için yanına gitmediği yaşlı bir adamı ölüm  döşeğinde ziyaret eder piskopos. Aralarında şöyle bir konuşma geçer:

- Krallık, hatadan çıkan bir otoritedir; onu da, işte bu müstebit doğurmuştur; oysa bilim kökü gerçekte olan bir otoritedir. İnsanı bilim yönetmelidir.
- Bir de vicdan.
- O da aynı şeydir. Vicdan, kendi içimizde kendiliğinden doğan bir miktar bilimdir.

Bu arada eski forsa Jean Valjean, Digne’ye geliyor. Meyhanelerden kovulan Valjean’ı piskopos evine alıyor. Kendisine insan gibi davranıldığını gören Valjean, mahkumiyet günlerinin vahşiliğiyle “Beni evinizde, yanı başınızda yatırıyorsunuz demek! Adam öldürmediğimi ne biliyorsunuz?” diyor.

Piskopos sükunetle odasına gidiyor, uyuyor. Sahip olmak için kendisine izin verdiği son lüks eşyası olan gümüş yemek takımlarını Jean Valjean çalıp kaçıyor. Yakalanıp geri getiriliyor ama piskopos onları hediye ettiğini söylüyor, “neden şamdanları almadın?” diyor. Aç yeğenleri için ekmek çalınca, o ekmek yeğenlerinin kursağına girmeden, yıllarca küreğe mahkum edilen forsa, şimdi yaptığı hırsızlığın affedildiğine inanamıyor. Ruhunu şeytana satmanın tersine, meleğe satmış oluyor. O melek de hayatı boyunca iyilik yapmasını söylüyor.


Bu arada Fantine adlı sırma saçlı, inci dişli bir işçi kız Paris’te bir hukuk öğrencisinin sevgilisidir. Kır gezintileriyle geçen bir günün akşamında bu öğrenci Fantin’e sürpriz yapar: “Yedik içtik, güldük eğlendik, ailem beni memlekete çağırıyor” diye not bırakarak kayıplara karışır. Fantine hamiledir, çocuğunu doğurur ama Paris’te uzun süre kalamaz. Memleketi Montfermeil’e gidecektir, üç yaşındaki kızı Cosette’i bir kasabada, Thénardier’lerin meyhanesine bırakır. Montfermeil’de çalışıp onun bakımı için gönderecektir.

Jean Valjean ise Fantine’in geleceği bu şehirde kara kehlibar ticaretini canlandırmış, bölgeyi kalkındırmış belediye başkanı Madeleine Baba’dır artık. Fantine fabrikada çalışmaya başlar. Sürekli mektup yazdığı gayrimeşru çocuğu ortaya çıkınca kapının önüne koyarlar. Para sızdıran Thénardier’lerin uydurma masrafları için girilen sefaletin bin türlüsü: Saçlarını satar, dişlerini söktürür satar, bedenini satar... Ve bir tesadüf sonucu Madeleine Baba ona bilmeden yaptığı kötülüğü anladığında bir hastaneye yerleştirilir. Durumu ağırdır, kızını yanına istemektedir.

Jean Valjean’ın polis memuru Javert’le başı derttedir. Javert onun eski forsa olduğundan şüphelenir. Ne var ki, elma çalan başka biri onun yerine yakalanır ve ne kadar inkar ederse etsin tüm deliller onu göstermektedir. Javert hata yaptığı için kendinden utanır. Facebook filozoflarının favorisi “İyi olmak kolaydır, zor olan adil olmak.” sözünü  Madeleine Baba’ya o söyler. “Siz benim sandığım kişi olsaydınız, size karşı iyilikle davranmazdım ben.”

Belki şans Madeleine Baba’dan yana, ama vicdanı değil. Elma hırsızının onun yerine küreğe mahkum edilecek olmasına dayanamaz ve yola çıkar. Mahkemeye giderken atları yorulur, tekerlek bozulur bir sürü engel çıkar. Hepimizin yapacağı gibi, vicdanının emrettiği şeyi yapmaya giderken önüne çıkan engellere gizlice sevinir. Ne çare ki mahkemeye zamanında yetişir ve  kimliğini açıklar. Hastanede yatan Fantine’in yanına döndüğünde kızını ona getireceğini söyler ama Javert gelip yakasına yapışır. Kızını getirmek için ümitlerini bağladığı belediye başkanının Javert’e sessizce itaat ettiğini görünce son nefesini verir.


 Allah biliyor, bu kitabı okumak kolay olmadı. Ne güzel gidiyorken Victor Hugo bir başlar Waterloo savaşından. Kitap tarih kitabı olmaya doğru evrilir, karakterler ortadn silinir. Sahneye Wellington, Napoleon ve diğerleri çıkar. Gerçek, kurgudan daha az ilgimi çekse de yazar, zamansız tespitlerle yine şaşırtır. Daha çok tarih okuyan biri kitabın bu bölümlerinden daha fazla yararlanabilirdi belki.

“Ancak ilkel milletlerde bir zafer birdenbire kalkınmalar yaratır. Bu, bir fırtınayla kabaran sellerin geçici gururu, kendini-beyenmişliğidir. Medeni milletler, hele içinde bulunduğumuz çağda, bir komutanın iyi ya da kötü talihiyle ne yükselir, ne de alçalır.”

“Her top atışı altı franktan hesaplanırsa günde dokuzyüz bin frank, yılda üçyüz milyon duman olup gidiyor. Bu sadece bir teferruat. Bu sırada fakirler açlıktan ölüyorlar.”

Waterloo Savaşı'nın olduğu yerdeki Arslanlı Tepe (Lion's Mound)
                                           

Jean Valjean ticaretten kazandığı parayı alıp kaçıyor. Montfermeil’de geceyarısı ormandan su almaya gönderilen Cosette’i buluyor ve kovayı elinden alıyor. Onunla birlikte hana doğru yürüyor. Cosette’e kimse Tanrı’ya dua etmeyi öğretmemiş ama o yine de içinde “umuda, neşeye benzeyen, göğe doğru yükselen bir şeyler” duyuyor.

Handa sessizce otururken Cosette’in yaşamını görüyor Jean Valjean. Üst baş perişan, durma dinlenme yok. Sürekli azarlanan, mümkün olduğunca az yer kaplamak için masanın altına büzülen, hancının bebekleriyle oynayan kızları Eponnine ve Azelma’ya bakıp biricik oyuncağını, kurşun kılıcını kundaklayan bir çocuk. Valjean gidip kasaba panayırından kocaman bir bebek getiriyor ona. Ertesi sabah Cosette’i memnuniyetle ona veriyorlar.

Cosette’in yeni hayatının ilk sahnesi: Yaşlıca bir adam ve onun getirdiği yas elbiselerini giymiş küçük kız Paris’e doğru yürüyorlar. Kızın elinde kocaman, pembe elbiseli bir bebek var.


Paris’te hayır işlerine yapıyor Valjean. Dikkat çekmemek için elinden geleni yapsa da Javert yine peşine düşüyor. Gece sokaklarda onu atlatmaya çalışıyor.

“Jean Valjean önemli bir özelliğe sahipti denebilir, sanki iki ayrı torbası vardı: Birinin içine ermiş düşüncelerini koyuyordu, ötekine de bir forsanın korkunç ustalıklarını; yerine göre torbaların ya birini karıştırıyordu, ya ötekini.”

Forsanın torbasından çıkan duvara tırmanma ustalığı onu bir ermişler yatağına düşürüyor. Burası kitabın en gerilimli, en meraklı yerlerinden biri. Uzaktan güzel bir şarkı sesi geliyor, yerde haç şeklinde yatan bir insan var, sonra bahçeden çıngırak sesleri geliyor. Jean Valjean anlam veremiyor, ben “ne oluyor ya” diyorum. Meğerse burası bir manastırmış: şarkı bir gece ayiniymiş, yerde yatan diğer insanların günahları için “düzeltme” yapan bir rahibeymiş, ve çıngırak sesi de rahibeler sesini duysun da kaçışsın diye çıngıraklı dizlik giyen bahçıvan Fauchelevent’ten geliyormuş. Manastırın bir “bataklık” olduğu, 19. yüzyılda yeri ve insanlığa faydası olmadığı sonucuna varan uzuun bilgiler veriyor Hugo.

Fauchelevent, Valjean’ın Madeleine Baba iken devrilen bir arabanın altından çıkardığı bir yaşlı adam. Onu ve kızı sorgulamadan yanında alıkoymaya razı, ama manastıra girebilmek için önce oradan çıkmak gerekiyor. Valjean, ölen rahibe gizlice manastırın altına gömüldüğü için  boş kalan bir tabutun içinde çıkıyor manastırdan. Hesapta Fauchelevent’in ayyaş mezarcı arkadaşı sarhoş edilip sızacak, o da tabutu açıp Valjean’ı çıkaracak. Ama mezarcı ölmüş,yerine başkası gelmiştir. Gerilim tırmanmaktadır:
“Birdenbire başının üzerinde, gökgürültüsü gibi bir gürültü işitti. Tabutun üzerine dökülen bir kürek topraktı bu. İkinci bir kürek toprak daha döküldü. Soluk aldığı deliklerden biri tıkandı.”

Fauchelevent bir hileyle mezarcıyı uzaklaştırıyor, tabutu açıyor ve “Türk gibi güçlü” dediği Jean Valjean’ı kardeşi olarak tanıtılıp bahçıvan yardımcısı oluyor.


Sahneye Marius dalıyor şimdi de. Babasıyla hiç görüşememiş, dedesiyle yaşamış güzel bir çocuk. Sandığı gibi umursamayan değil, iyiliği için onu görmekten feragat eden bir babası olduğunu ancak o ölüm döşeğindeyken anlıyor. Kralcı büyükbabası babasının hatırasına saygı göstermeyince sokaklara vuruyor kendini, sefil oluyor:

“Bütün bu zorluklarda içindeki gizli bir gücün kendisini teşvik ettiğini, yükselttiğini hissediyordu. Ruh bedene yardım eder, bazı zamanlar onu kaldırır; kafesine destek olan tek kuştur.”

Marius, biraz da Victor Hugo’nun kendisini anlatıyormuş. Onun yaşadığı gibi Hugo da sırasıyla kralcı, Napoléon’cu ve en sonunda cumhuriyetçi olmuş. Marius’un ilginç bir özelliği de, babasının vasiyeti sonucu Thénardier’i Waterloo’da babasının hayatını kurtaran adam olarak bilmesi. Diğer bir yanılsamayı da manastırdan ayrılan Cosette hakkında yaşıyor. Baba dediği, Ultime Fauchelevent adını alan Valjean’la parkta gezen Cosette güzelleştikçe Marius’un ilgisini çekiyor. Zamanla aşık olduğu bu kızın düşürdüğünü sandığı mendilde U.F. harflerini gören Marius, bunu öpüyor, kalbine bastırıyor. Biz işin aslını bilmediğimiz sürece yanılsamalar gerçekmiş gibi etki bırakabilir ya üzerimizde.

Kaçınılmaz olarak bir çok olay ve karakter yazıma dahil olamıyor bile. Normaldir, Sefiller öyle bir derya ki en çok iz bırakanlardan not aldıklarımı yazmak zorundayım. Valjean ve Cosette güzel bir evde yaşıyorlar, Marius Cosette’in izini tekrar buluyor. Birbirlerine aşklarını itiraf ettikten sonra bahçede mutlu gezintiler yaptıkları bir süre geçiyor ama Valjean’ın geçmişle ilgili kuruntuları ve Eponnine’in Marius’a aşık olduğu için bu kuruntuları körüklemesi yüzünden baba bir gün kızına yakında İngiltere’ye gideceklerini söylüyor.


Marius’un devrimci arkadaşları cumhuriyet için ayaklanıyorlar:

“Düşman sadırısı coğrafi sınıra saldırdığı gibi istibdat da manevi sınıra saldırır. Müstebidi kovmak da, İngiliz’i kovmak da toprakları geri almaktır.”

                                    

Cosette’in evini bomboş bulan Marius da  ona haber vermeden giden sevgilisinin arkasından ölme isteğiyle barikata gider. Barikatlar... Fransız devrimcisinin Fransız askerine geçit vermemek için yolun ortasına diktiği anıtlar. Barikatta geçen sahneleri anlatmam faydasız olur. Londra’da Sefiller’i izleme imkanı bulmuştum, oradaki barikat dekoru geldi hep aklıma. Ama bu kez yazarın kendi cümleleriyle resim tamamlandı.

Sefiller  dünyanın en uzun süredir sahnelenmeye devam eden müzikaliymiş.
                                                               
Marius’un öleceğini söyleyerek Cosette’e  gönderdiği mektubu Jean Valjean alır ve o da barikata gider. Barikattaki tüm devrimciler ölür, Valjean esir tutulan Javert’in canını bağışlar ve yaralanıp bayılan Marius’u lağımda sırtında taşır. (Tabi yazar bana Paris lağımının tarihçesini anlattıktan sonra!) Tesadüf eseri lağımın anahtarını elinde tutan Thénardier para karşılığı kapıyı açıp ölü sandığı Marius’u ve Valjean’ı çıkarır.

Marius iyileşmesi için dedesine götürülür, Cosette onu ziyarete gelir ve evlenirler. Ama Valjean’ın vicdanı yine rahat değildir. Eski bir forsa olduğunu Marius’a söyler, malesef o da çareyi Cosette’i yavaş yavaş Valjean’dan uzaklaştırmada bulur:

“Cosette, mavi gökte kendi benzerini, aşığını, eşini, ulu erkeğini bulmuştu. Kanatlanıp biçim değiştirerek uçarken yerde, arkasında, boş, iğrenç kozasını, Jean Valjean’ı bırakıyordu.”

Yazar ne kadar Cosette’i haklı çıkarmaya çalışsın, onu suçlamamamı söylesin. Cosette tam bir nankör!  Valjean’ın eski forsa olduğunu daha bilmeden unuttu onu. Nasıl? İnsanın alışılageldik nankörlüğü diyor Hugo...

Thénardier Marius’u bulup para sızdırma niyetindeyken, yanlışlıkla Valjean’ı aklar. Onu lağımdan kurtarıp Cosette’e getirdiğini öğrenir ve onu da alıp Valjean’ın evine gider. Onu ne kadar sevdiklerini, yanlarında götüreceklerini söyledikleri adam az önce Cosette’in küçük matem elbiselerini seyretmiş, piskoposun gümüş şamdanlarını yakmış ve az sonra ölecektir. Elini öpen bu iki aşığa “mutlu öldüğünü” söyler. Victor Hugo’nun 14 yılda yazdığı bu klasik, Valjean’ın mezarında son bulur.









24 Ocak 2014 Cuma

Oradaydım: Stratford-upon-Avon: Shakespeare’in memleketi ve mezarı





Edebi kişiliklere dair birkaç yer görme şansım oldu, “oradaydım” deyip bazı fotoğrafları  burada paylaşacağım. Shakespeare’in doğduğu yer olan Stratford’la başlıyorum.

Burası küçük ama turistik bir şehir. “Shakespeare” yetmiş de artmış bu kadar çok turist çekmesine. Şehrin her yanında Shakespeare ve akrabalarının evleri, oyun karakterlerinin heykelleri, fotoğraf çekinmelik Shakespeare hayaleti,  dükkanlarda binbir çeşit hediyelik eşya… Yılın her zamanı ünlü the Royal Shakespeare Theatre’da oyunları oynanıyor.


Shakespeare'in doğduğu ev:  Wiki'ye göre her edebiyat aşığının Mekkesi!


Lady Macbeth.

Soytarı (Fool)



Bağış toplayan Shakespeare hayaleti.
Shakespeare kurabiyesini gören gözlerim bir gün Reşat Nuri kurabiyesi filan da görür mü?


Dönem esvaplarından örnekler.

The Royal Shakespeare Theatre.

Burada Yanlışlıklar Komedya’sına gittim ama modernleştirilmişti. Eski kıyafetler ve dekor beklerken kot pantolonlu tipler görünce hayal kırıklığına uğradım. Konuşmalar başıma ağrılar verecek kadar aslına sadıktı tabi J 
Resim yazısı ekle

Minimalistlikte Shakespeare'in zamanıyla yarışan tiyatro.



Oyuncuların son selamı.

William Shakespeare, Avon nehri kıyısındaki Trinity Kilisesi’ne gömülü.

Holy Trinity Church.





Rest in Peace Shakespeare!


13 Ocak 2014 Pazartesi

The Moon Is Down / Ay Battı – John Steinbeck



1963, Varlık Yayınları. Bence bu cep kitapları dizisi “less is more” un güzel bir örneği. Her ne kadar ben de zaman zaman sevdiğim bir eseri güzel ciltler içinde görünce kendimden geçsem de bu dizinin geometrik şekilli iki renkli kapakları, saman kağıdı, boyutları ve temiz çevirisiyle yeri ayrı.

Arka kapakta “Almanların son harbte Norveç’i istila edişlerini” konu aldığı söylense de, kitapta Alman veya Norveçli gibi tanımlamalar yok. Küçük bir balıkçı ve maden kasabası, yerlilerden bir casusun yardımıyla işgal ediliyor. Belediye başkanı Orden’in konağına düşman askerleri yerleşiyor. Orden ve ekürisi Dr. Winter halkın şaşkınlıktan doğan ilk sessizliğine şaşırmıyor, düşman albayı Lanser’e halkın eninde sonunda onları yeneceğini söylüyor. İlk şaşkınlığı geçen halk, silahları olmasa da düşmana kasabayı zindan ediyor. Öldürülme korkusu olmadan karlar altındaki kasabada  tek başına gezemiyor, kimseyle iki çift laf edemiyor, kasten tuzu fazla atılmamış bir tabak yemek bile yiyemiyor askerler. İçlerinden biri güzel bir benzetme yapıyor: sinek kağıdını fetheden sinekleriz biz, diyor, yapışıp kaldık buraya.

Steinbeck’in romanlarındaki karikatürize tipler hoşuma gidiyor. Sandalyeler yerinden oynatılınca rahatsız olan kahya Joseph, her daim burnundan soluyan hizmetçi Annie gibi. “İster düşman ister dost olsun, Annie zaten kapısının önünde birikenlere kaynar su dökecek huyda bir kadındı, fakat hadiselerin gidişatı onu bir kahraman kılığına sokuvermişti.” Steinbeck öyle yazıyor ki savaş gibi normalde sevmediğim bir konuya sahip bile olsa keyifle okunuyor.

Kasabalılar madende kaytarıyor, tren raylarını bozuyor. Neutragena reklamlarındaki Norveçli balıkçıların atası olan iki balıkçı kardeş de böyle suçları olduğu için İngiltere’ye kaçıyorlar. Orden ve Winter onlara bombardıman uçaklarıyla küçük bombaların kullanılmak üzere atılması için rica etmelerini söylüyor. Bir gece gökten küçük paraşütler ile kasabaya dinamitler yağıyor, ve kullanma talimatları. Kimisini asker bulup getiriyor ama kimbilir kaç sivil de bu paketlerden bulup saklıyor. Dr. Winter ve Orden  bu dinamitler kullanılırsa kurşuna dizileceklerini öğreniyor. Ama Orden, işgalci milletin Almanlar olduğu fikrini perçinliyor:

“Dakik insanlar bunlar. Vakit geldi artık. Kendilerinin bir tek önderi, bir tek kafası olduğu için bizi de öyle sanıyorlar. On kişinin kafası uçurulsa onların sonu geldi demektir, ama biz hür bir milletiz. İçimizdeki insan sayısı kadar düşünebilen kafa vardır bizde, icabında önderler mantar gibi yerden biter.”

Kitapta “Önder”, orjinalinde “the Leader” tabir olunan düşman başının aslında Führer olduğu konusunda Wikipedia benimle aynı fikirde.

Dr. Winter ve Orden konakta sessizce oturuyorlar. Orden, dışarıdan sakin görünmesine rağmen korktuğunu, düşmandan yalvararak af dilemeyi bile düşündüğünü söylüyor. Winter “ama yapmadın” diyor. Okul günlerinde Orden’in okuduğu “Sokrat’ın Savunması” akıllarına geliyor, hatırlamaya çalışıyorlar içeri giren Albay Lanser’i fark etmeden:

“Benim katilim olan sizlere şunları söylemek isterim ki, ben yanınızdan ayrıldıktan hemen sonra bana verdiğiniz cezadan çok daha fena bir akibet sizi bekliyecektir…Beni öldürüyorsunuz; çünkü sizi itham edecek, yaptıklarınızı sayıp dökecek birinden kurtulmak istiyorsunuz. Fakat umduğunuz gibi olmayacak, hakikat bambaşka tezahür edecektir… Çünkü ilerde sizi itham edenlerin sayısı şimdikinden çok daha fazla olacaktır…”

Aralıklarla patlamalar duyulmaktadır, halk dinamitleri kullanmaya başlamıştır bile. Albay Lanser bir faydası olmadığını bile bile Orden’i kurşuna dizmeleri için emir veriyor. Orden, Annie’ye hanımefendiyi yalnız bırakmamasını öğütlüyor ve Winter’a

“Kriton”, diyor “Askülepius’a bir horoz adamıştım. Unutmayıp yerine getirir misin?”

Ölümüne Sokrat gibi gitmiş olan başkanın kehanetlerinin gerçekleştiğini Steinbeck yazmaya gerek duymamışsa da biliyorum.



11 Ocak 2014 Cumartesi

Hamlet – William Shakespeare




Elimdeki kitapların biri Remzi Kitabevi 1974, diğeri Collector’s Library 2010 basımı. Peki elimde neden iki kitap var? Tabi ki Shakespeare İngilizcesi boyumu aştığı ve sürekli bilmecemsi konuşan insanların dediklerini anlayamadığım için... J 


Çareyi hemen Sabahattin Eyüboğlu’nun çevirdiği Türkçe versiyonunu almakta buldum. Her sahneyi inatla, önce Türkçe sonra İngilizcesinden okudum. Sabahattin Eyüboğlu Shakespeare’i “karanlığı ışıklı, ışığı karanlık” bir şair olarak tanımlıyor. Ne var ki, kendisinin de kitaptan, kendi kendine öğrendiği yarım yamalak bir İngilizceye sahip olduğunu söylüyor ki, çeviriyi okuduktan sonra olsa olsa tevazu diyebiliyorum buna. Biz ne yapalım, senelerce okulda ders görüp şimdiye İngilizcenin daniskasını öğrenmiş olması gereken bizler ne yapalım ha?

Konu dışı: Kitapta eskilerden güzel bir imza.

Good my lord, Shakespeare.
Hikaye, kale burçlarında nöbet bekleyen iki nöbetçinin birkaç gece üst üste bir hayalet görmesi ile başlar. Hayalet, iki ay önce ölen eski Danimarka kralına benzemektedir. Kralın oğlu Hamlet, babasının karalar giyinip yasını tutan tek kişidir. Kralın ölümünden kısa süre sonra annesi, yeni kral olan amcası Claudius’la evlenmiştir. Öyle ki, cenaze sofrasında sıcak yenen yemekler düğün sofrasında soğuk verilmiştir. Hamlet bunu ironik bir şekilde “ekonomi” diye açıklar. Bu bunalım içinde kendi canına kıymamasının tek sebebi Tanrı’nın intiharı yasak ettiğine inanmasıdır:

“Ah bu katı, kaskatı beden bir dağılsa,
Eriyip gitse bir çiğ tanesinde sabahın!
Ya da Tanrı yasak etmemiş olsa
Kendi kendini öldürmesini insanın!”

O, that this too too solid flesh would melt
Thaw and resolve itself into a dew!
Or that the Everlasting had not fix'd
His canon 'gainst self-slaughter! O God! God!


Kralın hayaletinin burçlarda görüldüğünü arkadaşı Horatio Hamlet’e söyler. Bir gece hayalet Hamlet’e ölümünün gerçek sebebini anlatır. Bütün Danimarka onu bağ köşkünde uyurken yılan soktuğunu duymuşsa da aslında Claudius kralın kulağından içeri zehir akıtarak onu öldürmüş, Hamlet’in de üniversitede okumasını fırsat bilip kral olmuştur. Hamlet bunun üzerine ettiği intikam yeminini hiç unutmamaya söz verir:

“Seni unutmak ha? Aklımın kara tahtasından        
Silerim de bütün boş anıları,
Bütün kitaplarda yazılan, çizilenleri,
Gençliğimden, öğrenciliğimden kalanları.
Yalnız senin buyruğun kalır.
Beynimin defterinde, yapraklarında,
Ivır zıvır bütün bildiklerimin üstünde.

Remember thee!
Yea, from the table of my memory
I'll wipe away all trivial fond records,
All saws of books, all forms, all pressures past,
That youth and observation copied there;
And thy commandment all alone shall live
Within the book and volume of my brain,
Unmix'd with baser matter: yes, by heaven!


Hamlet baş mabeyincinin kızı Ophelia’yı sevmektedir; ama babası Polonius ve abisi Laertes ondan uzak durmasını emrettikleri Ophelia da uzaklaşmıştır. Ne var ki, Hamlet’in taktik icabı yaptığı delirmiş gibi davranışları Ophelia’ya olan aşkına yorulur. Polonius, kızından aldığı mektubu krala gösterirken oyunun belki de en romantik birkaç mısrasını Hamlet’in ağzından okur – ben de bu mısraları nereden hatırladığımı önce merak eder, sonra bulup sevinirim:

“İnanma istersen yıldızların yandığına,   
Güneşin döndüğüne inanma,
Doğrunun ta kendisini yalan bil,
Ama seni sevdiğime inan.”

Doubt thou the stars are fire;
Doubt that the sun doth move;
Doubt truth to be a liar;
But never doubt I love.

Hamlet’teki tuhaflığın sebebinin Ophelia olup olmadığını anlamak için onu aniden Hamlet’in karşısına çıkarıp konuşacaklarını perde arkasından dinlemeye karar verirler. İçeri girer Hamlet ve edebiyat tarihinin en bilinen sözü ile başlar:

“Var olmak mı yok olmak mı, bütün sorun bu!        
Düşüncemizin katlanması mı güzel,
Zalim kaderin yumruklarına, oklarına,
Yoksa diretip bela denizlerine karşı,
Dur, yeter! Demesi mi?”

To be, or not to be: that is the question:
Whether 'tis nobler in the mind to suffer
The slings and arrows of outrageous fortune,
Or to take arms against a sea o ftroubles,
And by opposing end them?


Hamlet “Leyla’dan geçme faslında” gibidir, Ophelia’ya onu sevmediğini söyler. Manastıra kapanmasını, ya da bir aptalla evlenmesini tavsiye eder. Onu üzüntüler içinde bırakıp delirdiğine iyice inandırarak uzaklaşır. Hamlet’in tuhaf davranışlarından iyice ürken kral ve kraliçe, arkadaşlarını, Rosencrantz ve Guildenstern’i çağırır ki eğlentilerle onu meşgul etsinler, sonra alıp İngiltere’ye götürsünler. Ne var ki, getirdikleri oyunculara babasının acıklı hikayesini oynatır Hamlet; yeni kralın  oyuna verdiği tepkiyi ölçerek, hayaletin onu aldatmaya çalışan kötü bir ruh olmadığından emin olur. Burada merakımı celbeden şey, Eyüboğlu’nun “…işlerim ters giderse, bir tiyatro kumpanyası alır mı beni?” diye çevirdiği Hamlet’e ait soru cümlesi… Çünkü “işlerim ters giderse”, asıl metinde “if the rest of my fortunes turn Turk with me” J Google dedi ki, “to turn Turk”  şeklindeki ırkçı deyimin “Müslüman olmak, kötüye gitmek” gibi anlamları varmış. Yok William, alınmadım, bizimkiler de size “dingilizler” diyor. Olur böyle şeyler.

Geldik Hamlet’in sözde arkadaşları olan Rosencrantz ve Guildenstern sinsilerine verdiği ayara… Sürekli ağzından laf almaya çalışmalarından bıkan Hamlet ellerine bir çalgı tutuşturur ve çalmalarını ister. Çalmayı bilmediklerini söylediklerinde ayar gelir:

“Ya, gördünüz mü! Düşünün ne kadar küçük görüyorsunuz beni. Çalmaya kalkıyorsunuz beni. Perdelerimi bilirmiş gibi davranıyorsunuz. Sırlarımı üfürmek istiyorsunuz yüreğimden; en yüksek, en alçak sesleri çıkarmak istiyorsunuz benden. Oysa şu çalgıyı, içi güzelim seslerle dolu, şu ufacık çalgıyı, bilmem, beceremem diyorsunuz söyletmesini. Allahtan korkun, bu düdükten daha mı kolay beni öttürmek? Dilediğiniz çalgıya benzetin beni, kırın koparın tellerimi, perdelerimi, bir tek ses çıkaramazsınız benden.”

“Why, look you now, how unworthy a thing you make of me! You would play upon me. You would seem to know my stops. You would pluck out the heart of my mystery. You would sound me from my lowest note to the top of my compass. And there is much music, excellent voice, in this little organ, yet cannot you make it speak? 'Sblood, do you think I am easier to be played on than a pipe? Call me what instrument you will, though you can fret me, yet you cannot play upon me.

Hamlet annesinin odasına çağırılmıştır ki giderken yeni kralı dizleri üstüne çökmüş dua ederken görür. Geçici bir pişmanlık içindedir kral:

“Sözlerim uçuyor havaya, ama düşüncem yerde   
Öz olmayınca söz yükselmiyor göklere!”

My words fly up, my thoughts remain below.
Words without thoughts never to heaven go.


Hamlet onu öldürmeyi düşünür ama bu pişmanlık ve af dileme seansı sırasında ölürse cennete gideceğinden korktuğu için vazgeçer. Kumar masasında, içki aleminde veya yatağında öldürmek ister onu. Gidip annesini Claudius’a inandığı için şiddetle kınar:

Ey utanç, yüzün kızarmaz mı oldu senin?               
Ey cehennemin Tanrıya baş kaldıran şeytanı,
Bir yaşlı kadının kuru damarlarını,
Böylesine azdırıp tutuşturabiliyorsan,
Bırakalım fazilet, namus balmumuna dönsün
Coşkun gençliğin elinde, erişin ateşinde!
Kimse ayıplamasın kudurup şahlanan tutkuları,
Madem buzlar bile tutuşuyor böylesine,
Madem akıl pezevenklik ediyor arzuya.”

 O shame, where is thy blush?
Rebellious hell,
If thou canst mutine in a matron’s bones,
To flaming youth let virtue be as wax
And melt in her own fire. Proclaim no shame
When the compulsive ardor gives the charge,
Since frost itself as actively doth burn,
And reason panders will.

Hamlet annesine bağırırken annesi korkup imdat ister, bunun üzerine perde arkasında yine laf dinleyen Polonius da bağırır. Hamlet “bir fare!” diye perdenin arkasına kılıcını sallayarak onu öldürür. Babasının hayaleti yine görünür o sırada, geç kalınmış öcünün alınmasını istemektedir. Yeni kral ölünün nerede olduğunu sorduğunda yemekte olduğunu söyler. “Yediği yerde değil, kendisinin yem olduğu yerde.”  Diye alaylara devam eder. Kral halkın ona beslediği sevgiden korkarak kendi zarar veremeyeceği için İngiltere’ye yollar. Gönderdiği mektupta onu hemen öldürmelerini ister. Yolda Polonya’dan iki üç karış toprak kazanmak için Danimarka üzerinde yol alan Norveç kralı Fortinbras’ın ordularıyla karşılaşırlar. Çoğu şey gibi bu lüzumsuz savaş da Hamlet’in iç hesaplaşmasına malzeme olur:

“…Hayvanca bir unutkanlıktan mı                                 
Yoksa korkakça bir dürüstlükten mi nedir,
Fazla ölçüp biçiyorum yapacağım işleri.
Kılı kırk yaran bu duraklamanın,
Dörtte biri akıl, dörtte üçü korku (…)
Nasıl yüzüm kızarmasın görünce karşımda
On binlerce insanın yakın ölümlere gittiğini?
Bir esinti uğruna, şan olsun diye,
Mezara gidiyorlar yatağa gider gibi”

 Now, whether it be
Bestial oblivion, or some craven scruple
Of thinking too precisely on th' event—
A thought which, quartered, hath but one part wisdom
And ever three parts coward (...)
How stand I then,
That have a father killed, a mother stained,
Excitements of my reason and my blood,
And let all sleep—while, to my shame, I see
The imminent death of twenty thousand men,
That for a fantasy and trick of fame
Go to their graves like beds.

Ophelia babasının ölümünden sonra aklını yitirmiş, başından aşağı türlü çiçekler sallandırarak, türküler çağırarak gezmektedir. Laertes ise kardeşinin bu haline içi kan ağlayarak, sessiz sedasız gömülen babasını kralın öldürttüğünü düşünerek onu öldürmeye koşar. İngilizce olan kitabın önsözünde güzel bir tesbit var: Eğer Hamlet’in yerinde Laertes olsaydı ne oyun bu kadar uzardı, ne de asırlar sonra bile bu kadar çok konuşulurdu. Evet, ikisi de aynı durumda, üstelik Laertes sadece hisleriyle hareket ediyor ve intikamını almaya hazır. Fakat Claudius, sanki eski kralı öldüren kendisi değilmiş gibi, sakin davranır, kralları tanrısal güçlerin koruduğunu falan söyleyerek Laertes’i sakinleştirir. Kılıç ustası Laertes’in Hamlet’le kapışmasını kararlaştırırlar. İşi şansa bırakmamak için Laertes kılıcın ucunu zehirleyecek, kral da dövüşe ara verildiğinde Hamlet susuzluğunu gidersin diye zehir verecektir. 


Tam bu anda, kraliçe Gertrude içeri girer ve Ophelia’nın öldüğünü şöyle anlatır:

 Bir söğüt vardı şurada, ırmağın üstüne sarkmış,  
Gümüş yaprakları sularda yansıyan,
Ophelia oraya geldi garip çelenklerle (…)
Orda, çelenklerini asmak için belki
Tırmanırken söğüdün sarkan dallarına,
Kıskanç bir dal kırılıvermiş,
Ve Ophelia düşmüş bütün çiçekleriyle
Gözyaşları içine ırmağın.
Etekleri açılıp yayılmış da sulara
Bir süre kalmış ırmağın üstünde deniz kızı gibi
Başına gelenlerden habersiz,
Ya da sularda yaşamak için yaratılmış gibi,
Türkü söylüyormuş Ophelia
Bölük pörçük halk türküleri.
Ama ne kadar sürebilir bu?
Su içip ağırlaşınca etekleri
Kesip zavallıcığın güzelim tatlı sesini
Ölüm çamurlarına batırmışlar Ophelia’yı."

 There is a willow grows aslant a brook
That shows his hoar leaves in the glassy stream.
There with fantastic garlands did she come
Of crowflowers, nettles, daisies, and long purples (...)
There, on the pendant boughs her coronet weeds
Clambering to hang, an envious sliver broke,
When down her weedy trophies and herself
Fell in the weeping brook. Her clothes spread wide,
And mermaid-like a while they bore her up,
Which time she chanted snatches of old lauds
As one incapable of her own distress,
Or like a creature native and indued
Unto that element. But long it could not be
Till that her garments, heavy with their drink,
Pulled the poor wretch from her melodious lay
To muddy death.

 Bu yüzden bugünün terazilerinde tartılamıyor Shakespeare. “Neden bir insanın ölümü ilk elden böyle uzun uzun anlatılır?” diye kendime soruyorum. Tiyatro oyunu bu çünkü, beynindeki incileri başka türlü nasıl döksün? Eminim bir çok Hamlet uyarlaması sinema filminde bu bölüm kraliçeye söyletilmemiş, canlandırılmıştır. Güzel de olmuştur, ne var ki, artık başka bir şey olmuştur. Pirandello’yu biraz anlamaya başladım şimdi J


 Geliyoruz son perdeye… İki mezarcı ve Hamlet arasındaki cin fikirli diyaloglar ve babasının eski soytarısının kafatasını eline almış hala felsefe yapan ikonik Hamlet figürü ile perde açılır. Ophelia’nın cenaze töreni yapılıyordur. Laertes’in kardeşine son sevgi gösterisine dayanamaz Hamlet, ikisi birden mezara atlayıp kavga ederler. Ayırıldıkları zaman Hamlet, Horatio’ya ölümden nasıl kurtulduğunu anlatır. İngiltere’ye götürdüğü ölüm fermanını açmış ; Rosencrantz ve Guildenstern’in ölüm emri şeklinde değiştirmiştir. Konuşmalarını bir saray görevlisi keser, Laertes ile kılıç dövüşü üzerine bahse girilmiştir. Hamlet hiç oralı olmaz, kabul eder. Kavgada Hamlet kazanırken kraliçe oğlunun şerefine içmek ister, Hamlet’e hazırlanan zehirli kadehi alır. Hamlet ve Laertes zehirli kılıçla birbirlerini yaralar. Laertes ölürken kılıcın zehirli olduğunu söyleyince Hamlet kılıcı krala saplar, yetmez, zehirli kadehten de içirir.


 Benim sayabildiklerim bu kadar. Başka ölen olduysa da arada gözümden kaçtıysa bilmem. Aslında Horatio da –anlam veremediğim şekilde- zehirli kadehi alıp kafasına dikecekti ama Hamlet, gerçek hikayesini insanlara anlatabilmek için biraz daha yaşamasını istedi. Fortinbras zafer kazanmış, ülkesine dönerken manzarayı gördü ve Hamlet hakkında son sözü söyledi (Ya ben mi yanlış anladım, Hamlet de bunun babasını öldürmemiş miydi? Neyse çok karıştı işler.)

“Dört komutan taşısın Hamlet’i                                              
Bir asker şanıyla götürülsün meydan yerine.
Çünkü o tahta çıkabilseydi eğer
Büyük bir kral görürdü dünyamız.”

Bear Hamlet like a soldier to the stage,
For he was likely, had he been put on,
To have proved most royally.

 Hamlet, Shakespeare’in en fazla konuşturduğu karakteri olması yanında, bir de erken yaşta ölen oğluna da verdiği isimmiş. Önsözde de dendiği gibi eser bir gizemle başlıyor, başka bir gizemle sona eriyor. Ahlak konusunda karmaşık bir yumak koyuyor önümüze. Bana göre Hamlet de sorgulanabilir çok şey yapıyor. Belki ruhen bir “öğrenci” olduğu için okumaktan ve düşünmekten zevk alıyor, yapmaktan değil. Kendisi ile sürekli çatışıyor. Hayli ilginç olan da, psikologlar Hamlet’in psikolojisini inceleyip, Shakespeare’in neyi anlattığını teşhis etmeye çalışmışlar. Deniliyor ki, Shakespeare burada intikam görevi yanlış kişiye verildiğinde olacakları çalışmış. Öyle ki, Hamlet’in intikam almadaki ölümcül gecikişi, Claudius’u öldürmeyişi, domino etkisi yaparak Polonius, Ophelia, Rosencrantz, Guildenstern,Laertes, Gertrude, ve nihayet Hamlet’in kendisinin ölümüne sebep olmuş.

Abarttım mı? Abartan Shakespeare mi yoksa ben miyim bilemedim. Öyle bir oyun yazmış ki kendime gelemedim!