7 Ekim 2013 Pazartesi

Vierundzwanzig Stunden aus dem Leben einer Frau / Bir Kadının 24 Saati – Stefan Zweig



Varlık Yayınları bu eski basımlarıyla daha çok konuğum olacak. 1957’de basılmış olan bu kitabı benden önce biri Türkçe öğretmeninden hediye olarak almış. Ama okumamış olacak ki sayfaları kitap ayracını kullanarak ilk ben ayırdım. Elliden fazla yıldır okunmayı bekleyen bu kitabı ilk ve son okuyan da ben olacağım belki.

Bazen bir yazarın tek bir kitabını okurum ve ona kanım ısınır. Acımak’ı okuduğumda da Zweig’a öyle kanım ısınmıştı. Yine şaşırtmadı. İngiliz Miss C.’nin hayatında çok önemli yer tutan, 20 yıl önce yaşadığı bir 24 saati,  iç huzuruna tekrar kavuşabilmek ümidiyle bir yabancıya anlatması üzerine kurulu bu roman. Uzuun uzun kumarhanedeki kumar oynayan eller tasvir edilmiş. Soylu ve çekingen bir kadının kısa süre içinde ne büyük değişime uğrayabileceği görülüyor. Tam tersine, onun değişmesini umduğu kişi ise, aynı “beceri”yi gösteremiyor malesef.

Miss C’nin 24 saatinden bazı dakikalar:

“İnsanların çoğunda muhayyile denen şey az çok körleşmiştir. Beyinlerinin tam ortasına sivri bir şey gibi saplanıp da onlara doğrudan doğruya dokunmayan şeyler, onları hiç de heyecanlandırmaz. Fakat gözleri önünde ve hassasiyetlerinin dar çevresi içinde, hatta büyük önemi olmayan bir şey dahi vuku bulsa, onlarda hemen ölçüsüz bir ihtiras kabarıp kaynaşmağa başlar. O zaman, dış olaylara karşı gösterdikleri ilginin azlığını, yersiz ve mübalağalı bir öfke göstererek bir dereceye kadar telafiye çalışırlar.”

“Fakat ortada sarih sözler ve hareketler olmasa bile, bir kadın duyguları ile her şeyi sezer. Çünkü... şimdi yanılmıyorum artık... o adam beni kucaklasaydı da peşinden gelmekliğimi isteseydi, onunla dünyanın öbür ucuna kadar gidecektim. Kendi adımı da, çocuklarımın adını da lekeleyecektim.”

“Ve tumturaklı bir eda ile adlarına ruh dediğimiz, fikir dediğimiz, duygu ve acı dediğimiz şeylerin ne kadar zayıf, ne kadar sefil ve korkak şeyler olduklarını yeniden dehşetle hissediyorum: O şeyler ki, en yüksek kerteye vardıkları zaman bile, acı çekmekte olan beyni, işkence ile kıvranmakta olan teni tamamen kırıp yok etmekten acizdir. Çünkü her şeye rağmen kan, damarlarımızda dolaşmağa; insan da bu gibi anlardan sonra –yıldırım çarpmış bir ağaç gibi- yere yıkılıp öleceği yerde, yine yaşamağa devam eder.”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder