5 Ekim 2013 Cumartesi

Netoçka Nezvanova / Nameless Nobody – Dostoyevski


Cık… İnsancıklar’ın üzerine gitmedi bu; ki önsözde ve kitap kapağında hiç bahsetmeden iliştirivermişler bu romanı onun arkasına. Genellikle bir hanımefendiyi çocukluğundan itibaren ele alan romanları severim. Bu da güzel başladı. Dostoyevski üvey babasının Netoçka  üzerinde bıraktığı etkiyi çok iyi anlatmış. Romanın hayatının üç döneminde de karşısındakilere kendisini gerçekten sevdirmeyi başaramayan, bu yüzden sürekli acı çeken bir kahramanı var. Bana ilginç gelen şey şu oldu: Yanlarında kaldığı zengin ailenin bir kütüphanesi var ve buraya ancak bir anahtarla girilebiliyor.  Bütün gün zavallı Netoçka süklüm püklüm oturuyor da eline anahtarı verip “Git bi kitap al oku” diyen olmuyor. Onu zamansız düşüncelerden korumak için yapıyorlar bunu da. Bir hileyle anahtarı ele geçirip okumaya başlayınca nasıl da değişmiştir dünyası kimbilir…

Nedense roman bittiğinde bir “Olmamış…” dedim, Dostoyevski gizem mi yapmaya çalışmış açık uçlu son verip diye düşündüm. Goodreads (http://www.goodreads.com/buyurdu ki, gerçekte Dostoyevski Sibirya’ya sürgüne gönderilince roman yarım kalmış. Bakalım romandan benim aklımda neler kalmış:

“Hıçkıra hıçkıra ağlıyordum, yüreğime bir şey gelip saplanmıştı sanki. Bana acımadığını, beni sevmediğini anlamıştım; çünkü onu nasıl sevdiğimi görmüyor, şeker için ona hizmet edeceğimi sanıyordu. Daha o yaşta okumuştum içini; artık onu sevemiyeceğimi, eski babacığımı kaybettiğimi hissediyordum.”

“Kötü bir şey yaptığımı hissediyordum; kötülüklerden kaçma içgüdümün gelişmesine babamın kendisi yardım etmişti; kötülüğe ittikten sonra korkusundan mı neyse, yaptığımın çok kötü olduğunu söylemişti bana. Her izlenimi hırsla benimseyen, iyiyi kötüyü hisseden, anlayan bir ruhu aldatmanın hiç de kolay bir şey olmadığını bilmiyor olabilir miydi? Beni bir kere daha kötülüğe iterek masum, kimsesiz çocukluğumu mahva sürüklemekle, henüz oturmamış vicdanımı bir kere daha temelinden sarsmakla hiç iyi etmediğinin, hatta ileri gittiğinin farkındaydım. Köşeme çekilmiş kendi kendime şöyle düşünüyordum: “İstediğini yapacağımı biliyor da niçin bana şeker falan getireceğini söyledi gene?”

“.... sınırsız bir merakla, bir korkuyla, tuhaf bir heyecanla açtım ilk dolabı, rastgele bir kitap aldım. Bir romandı bu. Usulca kapadım dolabı, kitabı alıp odama gittim. Hayatımda önemli bir değişikliğin başlamakta olduğunu hissediyormuşum gibi tuhaf bir duygu vardı içimde, yüreğim küt küt  vuruyordu.”

“Tıpkı şimdi olduğu gibi aynanın karşısında durmuştu; tuhaf, hiç de çocuksu olmayan bir ürperti geçmişti sırtımdan doğru. Yüzünü değiştiriyor sanmıştım. Aynaya yaklaşırken gülümsediğini açık seçik görmüştüm zaten; oysa güldüğünü ilk kez görüyordum; Aleksandro Mihaylovna’nın yanında hiç gülmezdi çünkü (hatırlıyorum, en çok da bu şaşırtıyordu beni). Aynaya bakar bakmaz birden değişivermişti yüzü. Gülümseme –sanki bir emirle- silinivermiş; yerini, insan ne denli iyi niyetli olursa olsun gizleyemeyeceği acı bir duygu –yüreğinden koparcasına kurtulmuş gibi- almış, dudaklarını buruşturmuş; bir ıstırap alnını kırıştırmış, kaşlarını çattırmıştı. Bakışları hüzünle gözlüklerinin arkasına kaçmıştı. Kısacası, emirle bir anda bambaşka bir adam olmuştu sanki.”


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder