8 Aralık 2013 Pazar

Au Bonheur Des Dames / Kadınların Saadeti – Emile Zola


Elimdeki kitap 1971’de Akba yayınlarından çıkmış. Kedili logosu, başındaki renkli çizimleriyle bu yayınevine çok içim ısındı ama çıkan diğer kitaplara baktığımda pek tanıdık kitaplar göremedim.



Kitaba adını veren mağaza Paris’te mini mini bir kumaşçı dükkanından dev bir eski zaman Primark’ına dönüşüyor. Binlerce çalışanın içinde baş karakter sessiz ama karizmatik Denise Baudu de var. Birbirini çekemeyen tezgahtar kızlar, mağazadan alışveriş yapan Paris sosyetesi ve kadınları binbir çeşit göz alıcı eşya ile “avlayan” patron Mouret… Mağazanın etrafında ise birer birer iflasa sürüklenen küçük esnaf yeni ticaret düzenini anlamamakta direniyor. Kimse kurtulamıyor bundan… Denise de kimseyi kurtaramıyor, o kadar yardım teklif ettiği şemsiyeci Bourras Baba evini nihayet yıktıkları zaman sırtını dönüp gidiyor.



Ne bu yeni düzen? Günümüzdeki alışveriş merkezi düzeni aslında… Paris sosyetesinin gözdesi olacak bir ipekliyi ucuza satarak müşteri çekiyor mağaza. Üzerinde mağazanın ismi yazan balonlar dağıtıyor, büfesinde alışverişe gelenlere bedava ikramlar veriyor. Mouret reyonları öyle bir düzenliyor ki, azıcık işi olan bir kadın bile bütün mağazayı dolaşmak zorunda kalsın. Bu bana bir katta aşağı inen ve yukarı çıkan merdivenleri asla aynı yere koymayan yeni nesil cin fikirlileri hatırlattı. Böyle böyle gözüne far tutulmuş tavşan gibi kalıyoruz ya zaten J




Roman boyunca gözümün önünden Alançon dantelleri, garnitürler, siyah ipekliler, top top kumaşlar geçti… Zola bilinçli tüketicisinden kleptomanına, dırdırcı kadından alışveriş hastasına çeşit çeşit profili önüme koyarak kitabı okumayı çok keyifli hale getirdi. Tezgahtara aşık olan patron klişesi var ama  bu sefer gözünü para bürümüş patronu yola getirmek için bayağı uğraşmak gerekti.

Top top kumaşlar arasından:

“Önce tavana karışık desenleri kırmızı bir zemin üzerine dokunmuş Uşak halıları gerilmişti. Sonra dört taraftan kapı vazifesi gören halılar sallanıyordu. Kayseri ve Suriye kapıları sarı, yeşil gibi parlak renkli, Diyarbakır kapısı daha kaba sert ele gelen çobanların giydikleri abayı hatırlatır cinstendi… Gördes, Kula, Kırşehir, fiyatları onbeş franktan başlayan halılar...”

“Ve yürüyordu hep… Cenazelerin arkasından gittiği o matemli, ezilmiş yürüyüşüyle… Sessizlik ve yarı karanlık içinde yürüyordu. Bir yürüme hastalığına tutulmuş gibi… Böylece sanki acılarını sallayıp, uyutmak, uyuşturmak istiyordu.”

“Kadın halkı yavaş yavaş uzaklaştığı kiliseler, kaybettikleri inançlar yerine boş vakitlerini doldurmak için onun pazarını, muazzam bir Pazar halindeki mağazasını koymuştu. Kadın orada boş saatlerini, evvelce kiliselerin loş derinliğinde geçirdiği, kuşkulu, insana ürperti veren zamanlarını geçirmeye geliyordu. Asabi bir bağlanma isteğinden doğan, her zaman yenilenen bir harcama ihtiyacı, kocaya, kocanın menfaatlerine karşı yeni bir dinin, moda dininin yeni başlayan mücadelesi!”



BBC’nin İngiliz versiyonu period draması The Paradise’ı izledikten sonra notlar: Filme alınmaya çok müsait bir kitap, sonuçta görsellik ön planda. Hep aynı mekanda geçmesi biraz tiyatro havası veriyor. Sevimli olmakla birlikte arada simasında bir Frida havası sezilen Denise ve Ahmet Kural’a benzettiğim Moray aşağıda:



Eklenen karakterlerin arasında dönemin stil ikonu olarak kitapta olmayan bir rol ile Katherine Glendenning var. Gösterişli kıyafetleri ve Moray ile yaşadığı romans ile Denise’in mutlulukla arasındaki en büyük engel.



Kitapta var mıydı hatırlamıyorum ama her hafta bir bölümü yayınlanan korku hikayeleri, Paris’ten gelen allığın İngiliz hanımlarına sevdirilme çabası vb. yan öğelerle eğlenceli hale gelmiş diyebilirim.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder