9 Aralık 2013 Pazartesi

Bicentennial Man and Other Stories – Isaac Asimov


4-5 yıl önceydi. StumbleUpon karşıma bir “Best 100 Sci-fi short stories”  listesi çıkarmıştı. Listedeki hikayeleri ilk sıradan itibaren buldum, birçoğunun pdf’si vardı zaten. Bilimkurgu okuyacaksam, demiştim, bari en güzellerini okuyayım. 20 kadarını okudum da, kimisi kısa roman uzunluğundaydı. Ama harika şeyler vardı aralarında; Daniel Keyes’dan “Flowers for Algernon” gibi…

O harika şeylerden bazıları da Asimov’a aitti; haliyle “daha başka?” diye sormama yetmişti. Daha başkalarını bana sunan bu kitap 1977’de basılmış. En güzel tarafı ise hikayelerden önce ve sonra yer alan Asimov’dan parçalar. Hikayenin yazılış, basılış öykülerini anlatmış, ilgi çekici detaylar vermiş. Bu da sanki hikayeleri bana kendisi anlatıyormuş hissini verdi.

Kitap hakkında hikaye hikaye birkaç söz:

Female Intuition:

Robot hikayelerinden biri. Dahi ve alaycı müdür Susan Calvin US Robots’daki görevinden ayrılıyor, yerine Madarian adlı başka bir “robot psikoloğu” geçiyor. Bu arkadaş hemen “ürettiğimiz robotlar hep sınırlı fonksiyonlara sahip, neden yeni bir robot yapıp onun beynini de insan beyni gibi “öngörülemez” hale getirmiyoruz?” diyor. Böyle bir robotun yaşanabilir bir gezegen bulmak için hesaplamaları insanlardan çok daha hızlı ve önyargısız şekilde yapabileceğini savunuyor. İnsanların gözünü korkutmamak için de bu yeni modelin önsezileriyle hareket eden  dişi bir robot olacağını söylüyor. Jane adını verdiği robotla gözlemevine gidip onun etrafında geçen her şeyi gözlemlemesini sağlıyor. Fakat, tam da Jane olası yaşanabilir gezegenleri tesbit etmişken ve Madarian’la birlikte US Robots’a geri dönerken… uçağa bir meteor çarpıyor ve puff! İnandırıcı gelmedi mi? Şirkettekiler şanssızlıklarına dövünürken içlerinden biri Susan’ı aramayı akıl ediyor ve Susan olayı kadınlara has önsezisisiyle çözüyor J

“   -  If we arrange to have the Principle just sufficiently prominent to allow the crossing of paths unpredictably-
     - We have an unpredictable robot.
      - We have a creative robot. said Madarian, with a trace of impatience.”

“       - If women start getting the notion that robots may look like women, I can tell you exactly the kind of perverse notions they’ll get, and you’ll really have hostility on that part.

-          Maybe you are right at that. No woman wants to feel replaceable by something with none of her faults. Okay.” (Madarian)

“ You men. Faced with a woman reaching a correct conclusion and unable to accept the fact that she is your equal or superior in intelligence, you invent something called feminine intuition.” (Susan)

Waterclap:

Bu hikayenin en ilginç yanı, “outer space”  (dış-uzay), yanında “inner-space” (iç-uzay) kavramını da içinde bulundurması. Ay’da Luna City isminde bir şehir kuruluyor, okyanus dibinde ise Ocean-Deep adlı daha küçük bir istasyon kurulmuş. Bu ikisinin yapabileceği harcamalara Dünya’daki Planetary Project Council karar veriyor ve bu durum da aralarında rekabete yol açıyor. Ay’dan Ocean-Deep’e bir ziyaret kisvesi altında giden işgüvenliği uzmanı Demerest bir cinlik peşinde, fonlarını kestirmek için güvenlik açığı arıyor. Ama aksi gibi okyanusun dibi de öyle güvenli bir yer ki! Aydaki meteor vs. kazalarının hiçbiri olmuyor orada. Nihayetinde Demerest’in bu sualtı istasyonunu yok etme planı Bergen’in eşi Annette’in uydurduğu bahanelerle onu vazgeçirmesi ile Ocean-deep kurtuluyor.

“  -    Ocean-deep offers mankind the chance of exploiting the whole planet-“

-          Of polluting the whole planet, broke in Demerest excitedly. Of raping it, of ending it.”

“…. if mankind but has patience, we will reach the stars. We! We! It is only we Moon-men, used to space, used to a world in a cavern, used to an engineered environment, who could endure life in a spaceship that may have to travel centuries to reach the stars.”

That Thou Art Mindful Of Him:

Susan Calvin’in ölümünden yıllar sonra geçen bu robot hikayesinde, “araştırma müdürü” Harriman, en gelişmiş robotu George Ten’den şöyle yardım ister: “Robot kanunları insanoğlunun bütün emirlerini yerine getirmeni ve onların zarar görebileceği bir durumda gerekirse kendini imha etmeni emrediyor. Peki birden fazla kişi sana farklı şeyler emrederse, kimi dinleyeceksin? İki farklı insanın zarar görmesi söz konusuysa hangisini kurtarmayı seçeceksin?” George Ten ise bu konuda bir alt modeli olan George Nine ile çalışmak ister. Analizleri sonucunda Harriman’a insanı robotlara alıştırabilmek için öncelikle robot solucan, robot kuş gibi küçük yaşam formlarının robot versiyonlarının dünyaya salınması gerektiğini belirtirler. Ama analizlerinin onları getirdiği yeni noktada insanoğlu için iç açıcı olmayacak şu sonuca da varmışlardır: düşünen varlıklar hakkında kıyas yapılırken dış görünüşlerine bakılamayacağından ve kendileri (George serisi) beyinsel olarak insandan üstün olduğundan kendileri insandır (ve hatta diğerlerinden üstün insan) ve olası bir zarar söz konusu olduğunda kendi varlıkları muhafaza edilmelidir.

Stranger In Paradise:

Biyolojik kardeşliğin utanç verici olduğu bir gelecekte Anthony and William adlı iki kardeş bilim adamı, Merkür üzerinde çalışabilecek bir robot yapabilmek için birlikte çalışmak zorunda kalırlar. Sonunda “beyni” Dünya üzerinde bulunan, vücudu ise Merkür’de gezinen robotu yapmayı başarırlar. Böylece de artık birbirlerine benzemekten utanmamaktadırlar.

The Life and Times of Multivac:

Asimov’un birçok öyküsünde bahsi geçen süper bilgisayar Multivac, dünyayı yönetmektedir. İnsanların yeni sistemde çalışmasına bile gerek yoktur, her şeyi Multivac halletmekte, insanlar meşgale olsun diye onun onayladığı işlerle uğraşabilmektedir. Fakat bir grup insan bundan rahatsızdır, Multivac’ın onları öldürme derecesinde “yumuşattığını” ve işe yaramaz hale getirdiğini düşünürler. Fiziksel saldırı teşebbüsleri nöbetçiler yüzünden sonuçsuz kalmaktadır. Ronald Bakst çareyi Multivac’ı uğraştırıcı bir problemle meşgul edip gafil avlamakta bulur.

“Bakst said sharply: 
‘You have talked of freedom. You have it!’
Then uncertainly, he said ‘Isn’t that what you want?’

The Winnowing:

Çok ilginç bir konusu var. Dünya’da besin sıkıntısı baş göstermiştir ve stokların yetebilmesi için uluslar arası organizasyonlar toplumlara bir “virüs” yayarak nüfusu azaltmak isterler. Bunun için Rodman adlı bilim adamı yiyeceklere lipoproteinler enjekte edecek ve insanlar, vücutlarının bu proteinlere verdiği tepkiye bağlı olarak ya ölecek ya etkilenmeyecektir. Rodman insanlık dışı olduğunu söyleyerek buna karşı çıkar, empati yapmamakta direnen kalantorlara da unutamayacakları  bir oyun oynar.

“Rodman was becoming very sensitive to the way in which all those who discussed the need for killing the hungry were themselves well fed.”

The Bicentennial Man:

İşte müthiş bir hikaye. Daha önce okumuştum, ama çok güzel şeyler buldum yine. Bir robotun, Andrew Martin’in adım adım insana dönüşme hikayesi. Önce özgürlüğünü satın alıyor, bir android bedeni ile hantal, metal vücudundan kurtuluyor; sonra insanların robotlara zarar vermesini önleyen robot haklarının ortaya çıkmasını sağlıyor. Robot biyolojisi ile ilgili çalışmalar yaparak iç organlarını “insansı” hale getiriyor. İnsan olduğunun resmen tanınması için mücadele veriyor fakat hücresel bir beyni olmadığı için reddediliyor. O anda “ölümsüz” bir insanın varlığını diğerlerinin asla kabul etmeyeceklerini anlıyor ve “pozitronik” beynine yavaş yavaş “ölmesini” sağlayacak bir operasyon yaptırıyor. İki yüz yıl “yaşadıktan” sonra bir insan olarak ölüyor. Üstelik de son anda yıllar önce ölmüş olan küçük hanımını hatırlayarak. Korkunç! Kendi önüne koyduğu idealleri, yıllar süren yalnızlığı ve insan olmak için göze aldıklarıyla Andrew Martin unutulmaz…

“Dad, why are you taking it as a personal affront? He’ll still be here. He’ll still be loyal. He can’t help that. It’s built in. All he wants is a form of words. He wants to be called free. Hasn’t he earned it?”  (Little Miss)

“It seems to me that only someone who wishes for freedom can be free. I wish for freedom.” (Andrew Martin)

Marching In:

Besteci Jerome Bishop’dan beyin dalgalarını lazerle okuyup depresyonu tedavi etmeye çalışan bir sinir hastalıkları uzmanına yardım etmesi için hastaneye çağırılır. Biraz teknik konuşmadan ve çalışmadan sonra Bishop çözümü bulur. Beyne dinletilecek “melodiyi” bulmuştur. Hikayeye adını veren “When The Saints Go Marching” ilahisinden bu melodi, bizim “sütaş ayran sütaş ayran sütaş ayran sütaş ayraaaaan”  diye bildiğimizden başkası değildir J

“Why not package brain-wave lights with appropriate sound accompaniment to combat the blues- to increase energy – to heighten love? Not just for sick people but for normal people, who could find a substitute for all the pounding they’d ever taken with alcohol or drugs in an effort to adjust their emotions…”

Old-fashioned:

Brrrr… Kasvet kasvet kasvet! Estes ve Funarelli isimli iki madenci bir uzay gemisi içinde bir asteroid üzerinde Güneş sistemindeki ilk kara delikle karşılaşırlar. Her türlü iletişim sistemi bozulmuştur ve ölüm kaçınılmazdır. Derken Estes, ilkelliğinden kendisinin de utandığı bir çözüm bulur: Kara deliğe taş atmak. Her atılan taş bir X-ray patlamasına yol açacaktır ama Dünya üzerinde bu patlamalar onlara yardım gönderecek bir ilgi uyandırabilecek midir? Evet, çünkü taşları sistematik bir şekilde atmıştır Estes; telgraf gönderir gibi, modası yüzyıllar önce geçen bu yöntemle “SOS”  vermiştir Dünya’ya…

* The Tercentenary Incident ve Birth of A Notion kitaptaki diğer hikayeler fakat bence daha az ilginçler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder